kapat
Anasayfa
|
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
5 Aralık 2008, Cuma
Sabah
 
Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Çocuk Kulübü Yazarlar Çizerler
Gündem Siyaset Ekonomi Yaşam Dünya Teknoloji Turizm Otomobil
 
24 Saat
24 Saat

Murat Emir Eren:"Her Devrin Adamı!"

Sinema dergisi
Giriş Saati : 05.12.2008 09:58
Güncelleme : 05.12.2008 17:38
Yeni Haber
Cem Yılmaz, 2004 yılında ortalığı kasıp kavuran "G.O.R.A"nın devamı niteliğindeki "A.R.O.G"da senaryo yazarı, oyuncu ve yönetmen olarak karşımıza çıkıyor ve "Hokkabaz"da olduğu gibi yönetmenliği Ali Taner Baltacı'yla paylaşıyor. İlk filmde de rol alan Ozan Güven, Özkan Uğur ve Özge Özberk'in yer aldığı oyuncu kadrosunun yeni isimleri Nil Karaibrahimgil, Zafer Algöz ve Hasan Kaçan. Daha önce G.O.R.A gezegenini birbirine katıp, gezegenin prensesini dünyaya kaçıran Arif, şimdi de ilk çağlardaki A.R.O.G köyünde macerasına devam ediyor. Filmin ayrıntılı yapım öyküsünü ise Cem Yılmaz ve Ali Taner Baltacı'nın ağzından dinliyoruz..
"Her Şey Çok Güzel Olacak" yapım yönetim açısından sorumluluk almadığınız bir filmdi, "G.O.R.A"da da yönetmen farklıydı, yapım koşulları da yine sizin dışınızda birçok unsurdan etkilenmişti, "Hokkabaz"sa bu filmlerden -özellikle "G.O.R.A"dan- farklı bir iddiaya sahipti. İlk kez "A.R.O.G"ta hem yapım hem de yönetim açısından tamamen size ait ve iddialı bir filmle izleyici karşısına çıkmış olacaksınız. Bu durumun yarattığı beklentilerle ilgili neler düşünüyorsunuz?

Cem Yılmaz: Aslında saymış olduğunuz filmleri ben değerlendirecek olduğum zaman, şu andaki çalışma sistemimizden çok farklı bir işleyişe sahip olmadıklarını görüyorum. "Her Şey Çok Güzel Olacak" örneğin, benim çok da dışımda yaratılan bir proje değildi. Elbette bana sinema filmi yapmam için gelen bir teklifle başlamıştı proje, ama öyküyü yaratmak, hikâyeyi kurgulamak anlamında fazlasıyla dahil olduğum bir projeydi. Önüme bir senaryo konmuş ve "Bunda oynar mısın?" denmemişti. Filmi "Hokkabaz"dan ayıran noktaysa sadece künyesi. Filmin geçen on sene sonrasında izleyenlere farklı bir lezzet veriyor olmasında benim de bir payım vardır diye düşünüyorum. "Her Şey Çok Güzel Olacak" "G.O.R.A"dan, "G.O.R.A" "Hokkabaz"dan farklı filmler. Elbette bu filmlerin yönetmenlerinin farklı olması da bir şeyleri değiştiriyor, ama bu demek değil ki bunlar benim oyuncu olarak ya da senarist olarak memnun olmadığım, daha doğrusu benim yapmak istediğim filmlerin çok uzağına düşen filmlerdi. Biz de nihayetinde genç sinemacılarız. İdealleri olan insanlarız. Haliyle, o bizimle ilgili beklentilerden ziyade, kendi beklentilerimizi karşılayabilmek derdindeyiz. Bunların izleyicinin beklentisiyle örtüşmesini ummak durumundayız. Misal "Hokkabaz"da bizim yapmak istediğimiz şey şuydu. Bir kere, filmin o dönem perdede olan komedi filmlerinden biraz farklı olduğu kesindi. Yine de "GO.R.A" gibi komedi filmleri furyası başlatan bir filmden sonra yapılmış olması biraz seyircinin kafasını karıştırıyordu. Biz nasıl bir film yapmak istediğimizi bildiğimiz için o dönemde de beklentiyi çok ciddiye almadık. Elbette beklentiden haberdardık. Fakat esas olarak tasarladığımızı hayata geçirmek, ortaya bir atmosfer çıkarabilmek, içinde komik unsurlar da olan bir sinema filmi yapabilmek, bu işi kaliteli biçimde tamamlamak için uğraştık.

Ali Taner Baltacı: İzlemek istediğimiz gibi filmler yapmak istiyoruz. "Hokkabaz" gibi daha sakin filmleri de seviyoruz, "G.O.R.A" gibi "A.R.O.G" gibi daha büyük projeleri de.

"İzleyeceğimiz türden filmler yapmak" anahtar cümle galiba

CY: İnsan hiç kendi filmini koyup izler mi? Eh izlese iyi olur. Biz sinema alanında hiçbir zaman siparişle iş yapmadık. Yani beklentilerin üzerine oynamadık.

Peki, "A.R.O.G"u yaparken ne gibi üzere yola çıktınız?

CY: "A.R.O.G" daha önce yarattığımız bir karakterin, yarattığımız bir dünyanın devam filmidir. Ancak "fantastik komedi yapıyoruz" dediğiniz zaman, bu fikrin önünüze getirdiği bazı soruları cevaplamanız gerekiyor. Birincisi izleyiciye fantastik olan ne göstereceksiniz? İkincisi, önceki filmden tanıdığımız bir komedi karakteri var. Onun macerası aynı düzlemde komik biçimde devam edebilecek mi? Üçüncüsü, görsel açıdan da bazı yenilikler vaat ediyorsunuz, peki bize neler izleteceksiniz? Dördüncüsü de, eh birkaç keredir birlikte film yapıyorsunuz, artık sinemanın içindesiniz, biraz da sinemasal yönü güçlü bir film ortaya koyacaksınız herhalde? Bizim ciddiye aldığımız beklentiler bunlardı. Kendi kendimize bu soruların cevaplarını vermeye çalıştık.

ATB: Her şeyden önce Arif'in macerası iyi bir sinema diline sahip olsun istedik. Komediyle ilgili hiçbir problemimiz yoktu. Yani, acaba Cem komik bir şeyler yazıyor mu, diye düşünmüyor bile insan. Fakat bu bir sinema filmi, biz de, hem komik bir hikâye anlatalım hem de bir atmosfer yaratalım diye çabaladık. Elbette "A.R.O.G" insanlığın yüce değerlerine dair büyük mesajlar içeren bir film değil, ama kendi yapısı içinde başarılı bir film olsun istedik.

(...)

Devam filminin öyküsü nasıl şekillendi?

CY: "G.O.R.A" daha gösterime girmeden önce, devam filmiyle ilgili bir öykü vardı benim aklımda. Ocak'ta gösterdiğimiz üç dakikalık kısa filmimizdeki hikâyeydi bu (Arif Ceku'yla dünyaya döner, kız hamiledir ve Arif onunla ilgili bir rüya görür). Bu bölümü filmin ilk üç dakikası olarak tasarladık ve ilk filmden bu yana belli bir zaman geçtiği için, hem filmi hem karakteri anımsatmak adına filmin üç dakikası olan o mini hikâyeyi sinema salonlarında gösterdik. Filmi zihnimde canlandırırken ilk ismi "A.R.O.G" değil Gorasapien'di, Gorame diye de yapabilir, gidip Göreme'de çekeriz diyordum. Tabii bu fikirler sonradan çok değişti. Senaryo iyice ortaya çıktı.

Oyuncuları nasıl belirlediniz?

CY: Senaryo tamamlandıktan sonra hemen oyuncuları düşünmeye başladık. Ceku'yu ilk filmden ötürü Özge Özberk'in oynayacağı belliydi zaten. Logar olsun, Arif olsun, Kaaya olsun bu karakterlerde çok zorlanmadık, ben kendim oynadığım için! Kimse itiraz etmedi! Sonra da çalışmaktan zevk aldığımız insanları bir araya getirdik. Aslında kadromuz dar. Hikâyedeki karakterleri ortaya döküp, bunu kim oynasın, diye düşündüğümüzde aklımıza ilk gelenlerle çalıştık. Hiç aramadık. İşte A.R.O.G köyünde Dimi diye bir karakter var, bunu Özkan Uğur oynar dedik. Köyde Arif'in yoldaşı bir karakter var, ismi Taşo. Onu da Ozan Güven oynasın istedik. Sonra filmin ilk üç dakikasındaki performansıyla çok sevdiğimiz Zafer Algöz'ü de köyün liderlerinden Kaarga olarak kadroya dahil ettik. Nil Karaibrahimgil de, hep ilk filmini bizimle yapmasını istediğimiz bir isimdi. A.R.O.G güzeli Mimi rolünde o olsa diye düşündük ve onu kadroya kattık. Bizim, sinema filmlerinde ilk kez rol alan insanları bulup kadroya dahil etmek gibi bir huyumuz var. Misal Nil böyle biri. Köyde yaşayan Cuhara adlı bir karakteri canlandıran Hasan Kaçan da öyle

Karakterin ilk çağlara yolculuk etmesi fikri nereye dayanıyor?

ATB: "Ateş bulundu mu abi, yoksa bende var" gibi bir absürtlüğün içinde buluyor Arif kendini. Bu dünya, ona o kadar uzak ki, tıpkı uzaya benziyor. Öyle bir dünyaya düştüğünde verdiği tepkiler tıpkı uzaylıların arasına düştüğünde verdiği tepkilere benziyor. Nasıl uzayla ilgili herkesin biraz fikri varsa ama aslında çoğu insan hiçbir şey bilmiyorsa, ilk çağlar da hepimiz için bir muamma. Arif için de öyle. Böyle bir paralellik kuruluyor ilk filmle.

Filmin geçtiği dönemi perdede inandırıcı kılmak gibi bir kaygınız oldu mu?

CY: Filmi tasarlarken düşüncemiz şuydu. Her şeyden önce biz ilk akla gelen taş devri figürlerini sunmak istemiyorduk. Karikatür yapmak istemiyorduk. Kostümlerde, mekânlarda gerçeklik duygusu olsun istiyorduk. Elbette film bilinmez bir tarihte geçiyor. Elimizde ilk çağlara ait mızrak başları, taslar, çizimlerden öte bir şey yok. Buna rağmen bizim hedefimiz inandırıcı bir ortam yaratmak ve orada bütünüyle absürt, seyretmesi enteresan bir hikâye kurgulamaktı. Ayrıca biliyoruz ki bu bakir bir konu değil. Taş Devri çizgi filmidir, karikatürlerdir, filmlerdir, birçok eser mevcut. Kendi filmimizde bir bekâret sağlayabilmek için de ilk akla geleni yapmamamız, biraz diğer örnekleri etüt etmemiz lazımdı. Bu her zaman böyledir aslında. Mizah yaparken de, bir şaka bulursunuz diyelim, bunu test etmeniz lazım. Yapıldı mı, yapıldıysa nasıl yapıldı ya da sömürülmüş mü, artık bu şakayı yapmamak mı lazım? Bunları öngörmek, araştırmak lazım. Taş Devri denince izleyicinin de aklına gelebilecek şakalar var. İnsanların bizim filmle ilgili bir sürü şey öngördüğünü tahmin ediyorum ama o öngörülen şakaların birçoğu bu filmde yok. Bizim ilk akla gelen şeyi yapmamız söz konusu olamaz. Seyircinin aklına gelen şakayı yapmanın bir manası yoktur. O zaman biz seyirci olurduk başkaları bu işi yapardı. Yalnız filmde şöyle bir durum da var. Ana karakterin bir dinozorla karşılaşması, malum devirde geçen bir komedide elbette akla ilk gelebilecek sahnelerden biri. Ancak orada da şu devreye giriyor, bizim filmlerimizde daha önce böyle bir sahne gördük mü? Görmedik. Onun yeniliği de işte bu noktada yatıyor. Bunları yapmak bizi eğlendiriyor. Filmden herkesin alacağı tat ayrıdır tabii, herkes farklı bir noktasına takılacaktır, çok da geniş bir kitledir bu.

ATB: Bizim filmlerimiz çok fazla insanı ilgilendiriyor. En ufak bir kırıntısını, bir on saniyesini bile masaya yatırıp değerlendirenler oluyor. On saniyesini!

CY: Mesela üç tane küçük tanıtım filmi yayınladık televizyonlarda. O filmlere bakıp "Bence film komik", "Bence film komik değil" diyen büyük beyinler var. "Deep Blue" adamlar! Onların algısına yetişemeyiz biz elbette! Bizim kendi standartlarımız var ve bu açıdan filmimizden memnunuz.

Sahnede anında reaksiyona alışıksınız ama film yapımı uzun zaman aldığı için ardından gelen reaksiyonu almanız da uzun sürüyor. Ocak ayında "A.R.O.G"un ilk üç dakikasını içeren tanıtım filminin biraz da izleyicinin tepkisini ölçmek için yapıldığını düşünebilir miyiz?

CY: İzleyiciyi bir sene önce bu filmi yaptığımızdan haberdar edelim dedik ve filmin yapım sürecini onlara da hissettirmeye çalıştık. Tanıtım filminin amacı biraz oydu. "Ben 'A.R.O.G'u çekiyorum ve kendi kendime çekiyorum" demek ayrı şeydir, "Ben 'A.R.O.G'u çekiyorum ama izlemek isteyenler için yapıyorum" demek ayrı bir motivasyondur. Aynı zamanda projenin vaat ettiklerini de gösteren bir şeydir o film. Fakat bunu bile ticari bir şeymiş gibi algılayanlar oldu. "Çekti bitirdi ama bekletiyor" diyenler bile var. Tamamen cebindeki parayı almak üzere çalışıyormuşuz gibi görüyorlar işi. Artık bizim setlerimiz teknik anlamda imkânları zorlayan setler. Hem malzeme hem de insan gücü olarak böyleler. Bizim imkânsızlıklardan yakınma durumumuz yok. Yakındığımız şey, her seferinde daha fazlasını bekleyenler, "Daha komik daha hızlı daha daha daha!" diyenler oluyor.

(...)

Peki iki yönetmen olarak filmin hangi aşamasında birlikte çalışmaya başlıyorsunuz?

CY: "Hokkabaz"da enteresan bir çalışma yöntemimiz vardı. Bütün ekibi topladık Taner'le. Sanat yönetmeni, görüntü yönetmeni, reji asistanları, herkes toplandı. Ben hikâyeyi anlattım, tüm filmi, sanki film çekilmiş de anlatıyormuşum gibi anlattım. Bütün diyalogları oynayarak canlandırdım. Herkes belli bir tepki verdi, fikrini söyledi. Bu toplantıyı videoya kaydettik ve sonra da tüm toplantının dökümünü çıkarıp metinleştirdik. Anlattığım hikâye üzerine diyalogları yazdık. İşin bu kağıt üzerindeki bölümünü ağabeyim Can Yılmaz halletti. "G.O.R.A"dan beri bu böyledir. Ben yazarken biraz fazla zaman kaybediyorum. O nedenle böyle çalışıyoruz. Hatta ağabeyim metin üstünde çalışırken benim aklıma bir şeyler gelirse onlar da ekleniyor. "A.R.O.G"da da benzer bir çalışma yaptık. Hikâyenin köşe taşlarını belirledik ve daha diyaloglar bile yazılmadan önce kendimize sorduk, bunu yapabilir miyiz diye. Bazı sahnelerden, komik olur ama kopardığı gürültüye değmez, diyerek caydık. Tüm filmi beş altı ay boyunca her şeyiyle konuşup ondan sonra on-on beş günde yazdık.

Prodüksiyonun bu kadar içinde olmanız yaratıcılığınıza ket vuruyor mu sizce?

CY: Sanmıyorum. Kısıtlıyorsa bile sınırları fazlasıyla zorlamamıza yol açıyor ve bizi olumlu yönde etkiliyor, çözümler bulmaya sevk ediyor. Neyin yapılabileceğiyle ilgili daha iyi düşünmemi, yazılan senaryonun yapılabilirliğini ilk elden kontrol edebilmemi sağlıyor. Yazdığın şeyle amaçladığın şey arasındaki engelleri aşmak zorundasın. Acaba hangi yollarla amacına yine ulaşabiliyorsun? Hangi yoldan gidince senaryon yine istediğin hedefe varıyor ve filmin yapılabilirliği artıyor. Bunları değerlendirmek zorundasın. Diyelim yazarken aklına bir sahne geldi "Adamlarımız Ahmet ile Mehmet Taksim Meydanı'nda peşindeki adamlardan kaçmaktadırlar. O sırada arkalarından gelen helikopter kontrolünü kaybedip bir gökdelene girer." Şimdi bunu yazarsan, çekemezsin. O zaman neden yazıyorsun? İşte bu noktada prodüksiyonun bu denli içinde olmak, kendi problemlerine gerçekçi yanıtlar vermeye yarıyor. Birçok senaryonun bu açıdan revizyona ihtiyacı olduğunu düşünürüm. Feragat etmek ya da kolaya kaçmak değildir yapılan burada. Aynı amaca farklı yoldan ulaşmak için, işin yapılabilirliğini artırmaktır. Sanatçılar hep böyle çözümler bulmuşlardır ve yaratıcılıkları buralarda devreye girmiştir. Zaten yönetmenliğe meyletmemdeki sebep de bu. Ben yalnızca oyuncu olarak kalmak istemiyorum. İstemiyorum! Bu kadar. Bu işin her şeyiyle ilgilenmek istiyorum.

ATB: Cem'in tüm bunları yazan kişi olarak zaten bu dünyaya katkısı oluyor, üstüne bir de yönetmen olarak projede yer alması her ikimize de işin hızlanması açısından faydalı oluyor.

CY: Ben hâlâ yönetmenlik tam olarak nedir bilmiyorum. Ben tek başıma o sette kalsam orayı çekip çevirebilir miyim bilemiyorum. Böyle bir şeye kalkışmam. Ama şöyle bir şey olur: Eğer filmde ben oynamazsam, o zaman yönetmenliği kolaylıkla becerebilirim. Aynı zamanda hem oynayıp hem yönetmek gibi bir işi kotaramam diye tahmin ediyorum. Çünkü zor. Set yönetmenin çalıştığı alanların sadece bir tanesi. İnsanlar karikatür olarak kafalarındaki yönetmeni şöyle çizmişler "Evet! Başla! Kes! Olmuyor olmuyor!" diyen fularlı bir adam! Tamam, Taner'in de benim de fularımız var tabiiFakat yönetmen, sette en bohem takılan adamı imajıyla gezen ve oraya buraya bağıran adam değildir. Ben böyle bir şey görmedim. Köyden artist olmak için kaçan kız figürü gibi klişe bir figür bu. Yönetmen "Olmuyor olmuyor!" diyen adam değildir, olmayanı olduran adamdır.

ATB: Bir de biz sette iki yönetmen gibi çalışmıyoruz. Cem zaten sahnenin içinde oyunuyla meşgul oluyor. Ben de sahneyi idare eden kişi oluyorum. Zaten sete girmeden çok önce bazı işleri halletmiş, gerekli kararları vermiş oluyoruz. Geriye sadece gidip o sahneyi çekmek kalıyor.

Oyuncularla nasıl bir çalışma gerçekleştiriyorsunuz?

CY: Hiçbir işi sete bırakmamaya çalışıyoruz. Diyalogun dışında hiçbir şeyi esnek bırakmıyoruz. Hatta "A.R.O.G"ta diyalogları bile mümkün mertebe değiştirmemeye çalıştık. Bunun için de oyuncularla aylar öncesinden çalıştık. Yine de bazı oyuncularla farklı çalışma yöntemlerimiz olabiliyor. Mesela Özkan Uğur'un kendine özgü bir dili vardır. O nedenle eline geçirdiği diyalogda onu serbest bırakırsın, ama o mesele de sette değil önceden çözülsün diye onunla çok önceden çalışmalısın. Ozan Güven de misal, dizilerde hep esas oğlan gibi görülse de çok iyi bir komedi yeteneği vardır. Onu değerlendirmek için onunla da farklı bir çalışma yapmalısın. Benim içinse işin oyunculuk bölümü en kolayı. Adeta tüm bu işlerin ortasında benim tatilim gibi bir şey. Arif oradan gelir de buradan çıkar, deniyor, hop, yapıyorum bitiyor.

(...)

Sahne şovlarında bazen, anlattığınız durumlarla ilgili tepkilerinizi izleyiciyle paylaşarak mizah üretiyorsunuz. Benzer bir durum filmlerde de mevcut. Ancak bu kez izleyici yerine tepkinizi paylaştığınız bir yan karakter oluyor filmlerde ("G.OR.A"daki Faruk, "Hokkabaz"daki Maradona). Bu kez de böyle bir karakter var mı?

CY: Bu filmde o "ortama aniden yabancılaşıp kendi kendine konuşma" durumu artık farklı karakterlere de yayılıyor. Biz olan biteni resmederken, sanki seyirci de oradaymış ve bir yorum getirecekmiş gibi düşünüyoruz hep. Arif ya da başka bir karakter, o sahneyle ilgili yabancılaşma hissini vurguluyor. Bir de en sevdiğim ve en uç örneği bu durumun, karakteri kameraya baktırarak konuşturmak ("G.O.R.A"nın finalindeki gibi). Sınırlı kullandığımız ama kullanmaktan zevk aldığımız bir şey bu.

ATB: Zaten ana karakterin izleyici oradaymış gibi verdiği tepkilerle film şekilleniyor. O dünyada biz de Arif'iz.

CY: Kişiye teklifle hayal kurduran bir film bu. Hani, içinde elli milyon YTL olan bir çanta bulsan ne yapardın, diyerek arkadaşına hayal kurdurursun ya... "A.R.O.G" öyküsü de bu teklif gibi işte. Seni ilk çağlara gönderseler ne yapardın sorusuyla başlatıyoruz hikâyeyi. Sonra da elimizden geldiğince seyircinin yapabileceklerini yapmama üzerine kurulu bir düzen kuruyoruz. İddiam da şu: Bu ortamda kendi yapacaklarının yapılmadığını gören izleyiciler, en çok eğlenenler olacaktır. Bazı insanlar da bu karaktere daha yakınlardır.

Onlara olup biten olağan gelebilir. Ben kendimi A.R.O.G'ta bulsam daha ilk sahneden itibaren hüngür hüngür ağlarım ve ölmek isterim. Fakat Arif yaşamak istiyor. Onu ilginç kılan ve bir sonraki sahnede ne yapacağını merak ettiren de bu. Filmdeki temel şaka bu.

ATB: "Yahu oraya da alışma, orayı da kendine benzetme be adam" dedirten bir karakter bu. Tüm mizah da bu noktadan çıkıyor zaten.