kapat
Anasayfa
|
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
30 Ocak 2009, Cuma
Sabah
 
Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Emlak Çocuk Yazarlar Çizerler
Gündem Siyaset Ekonomi Yaşam Dünya Teknoloji Turizm Otomobil
 
24 Saat
24 Saat

Ebru Çeliktuğ: Gerçek olamayacak kadar tuhaf

Sinema dergisi
Giriş Saati : 30.01.2009 10:18
Güncelleme : 30.01.2009 23:09
Yeni Haber
Clint Eastwood, 1920'lerin Los Angeles'ında geçmiş gerçek bir olayı anlatan, başrolleri Angelina Jolie ve John Malkovich'in paylaştığı "SAHTEKÂR" (Changeling) ile bir kez daha yönetmen koltuğuna oturdu. Film, özellikle Angelina Jolie'nin kayıp oğlunun peşine düşen mücadeleci anne rolündeki performansıyla, Oscar ve Altın Küre yarışında sıkı bir mücadele içine gireceğe benziyor...
"Changeling" başta Doğu Avrupa olmak üzere, Avrupa'nın pek çok ülkesinin folklorunda yer alan bir kavram. Periler, troller ya da elfler, insanların çocuklarını kaçırıp yerine kendi çocuklarını bırakıyorlar. Bu davranışlarının ardında, değişik nedenler bulunabiliyor: Bazen hizmetçi olarak kullanmak, bazen sadece çok sevimli ve güzel buldukları için bazense sırf kötülük amacıyla kaçırıyorlar çocukları. Hatta bazı kültürlerde, çocuğun sadece sarı saçlı olması bile bu dünya dışı yaratıklar için karşı konulmaz bir cazibe konusu olabiliyor.

Her ne kadar "Sahtekar" adıyla seyredecek olsak da, Clint Eastwood'un yönettiği "Changeling", adını bu folklorik kavramdan alıyor. 1928 yılının Los Angeles'ında vuku bulan ve filme kaynak olan gerçek olay, Orta Dünya'da geçmiş olabilecek bir fanteziyi aratmıyor doğrusu. Bu konuda ilk şaşkınlığı, filmin senaryosunu yazan J.Michael Straczynski yaşamış. Çizgi roman ve çizgi film yazarlığından önce uzun yıllar gazetecilik yapan Straczynski, Los Angeles'tan eski bir haber kaynağının kendisini arayıp, Wineville Tavuk Çiftliği ile ilgili dava dosyalarından bazılarının ilgisini çekebileceğini söylemesiyle, kendisini bunların arasında bulmuş. Bir anneoğulun sözkonusu tavuk çiftliğinde kaçırdıkları erkek çocuklarını taciz edip öldürmeleriyle ilgili davada, Straczynski, özellikle kayıp oğlunun kurbanlar arasında olup olmadığı bir türlü netlik kazanamayan Christine Collins adlı bir kadının başına gelenlere odaklanmış. Bir yıl boyunca davanın her ayrıntısıyla ilgilenenen Straczynski, mahkeme kayıtlarından, kütüphanelerden, Los Angeles Times arşivlerinden hatta morg kayıtlarından faydalandığı yoğun bir araştırma sürecinin içine girmiş: "Belgeleri okuduğumda ve neler olup bittiğini anladığımda, tüm bunların gerçek olamayacağını düşündüm" diyor, "bu bir yanlışlık olmalı, dedim! Hikaye o kadar tuhaftı ki, tüm bunları benim uydurmadığımı kendime hatırlatmak zorunda hissediyordum. Bu yüzden de senaryoya gazete kupürlerini koymak benim için önemliydi, çünkü böylelikle seyirci hikayenin 'Hadi ama, bu kadar da olmaz!' noktasına geldiğinde, olup bitenlerin gerçek olduğunu hatırlayacaktı. Hikaye zaten yeterince olağanüstüydü, benim ekleyeceğim fazla bir şey yoktu!"

Bu uzun süren araştırmanın meyvesi ise sadece 11 günde yazıp bitirdiği senaryonun ilk taslağı olmuş. Collins'in akıl hastanesindeki günleri çok az bilindiğinden sadece bu sahneleri, herhangi bir belgeye dayanmadan kendi kurgusuyla kaleme almış Straczynski. Clint Eastwood'un bu taslağı değiştirmeden filme çekmesi, tabii Straczynski'nin hanesine yazılan en büyük puan ve şu sıralar pek çok yapımcının peşinde koşmasının da en büyük sebebi! Senaryoyu büyük ölçüde Christine Collins'in özellikle Los Angeles Polis Teşkilatı'na karşı olan mücadelesi üzerine kuran senarist Straczynski, basit bir niyetle yola çıktığını, amacının sadece Collins'i onurlandırmak olduğunu söylüyor.

"Oğlum nerede?"
Christine Collins (Angelina Jolie) sadece bu soruyu sormaktadır aslında. 1928 yılının Los Angeles'ında bekar bir anne ve telefon idaresi çalışanı olan Christine, bir gün eve döndüğünde dokuz yaşındaki oğlu Walter'ın (Gattlin Griffith) evde olmadığını fark eder ve polise koşar. Aramalar başlar, olay Los Angeles Times'a taşınır ve ama bir türlü sonuç alınamaz. Beş ay sonra polisten Walter'ın bulunduğu haberini alan Christine, çocuğu almaya gittiğinde, onun kendi oğlu olmadığını görür. Bunu söylediğinde, önce polisin vurdumduymazlığıyla karşılaşır ve hatta çocuğu eve götürüp ona alışması istenir. Israrına devam ettiği zaman da deli muamelesi görerek bir kliniğe kapatılır. Rüşvet, yargısız infaz ve kanundışı kişilerle olan yakın bağlarıyla ünlü Los Angeles Polis Teşkilatı, kendini aklamak ve söylentileri biraz da olsa örtmek için yanlış bir çocuğu Christine'e teslim etmiştir aslında. Christine, oğlunu bulmak için giriştiği zorlu mücadelesini polis teşkilatının çürümüşlüğünü iyi bilen vaiz Gustav Briglieb'in (John Malkovich) desteğiyle sürdürmeye ve "Oğlum nerede?" sorusunu sormaya devam eder.

Bu arada, oğlu sanılan küçük çocuk, en sevdiği kahraman olan Tom Miks'i canlandıran oyuncuyla tanışmak için Hollywood'a gelmeye çalışan başka bir çocuktur. Boyu kaybolan çocuktan daha kısadır ve iki çocuğun diş kalıpları da uyum göstermemektedir. Ama tıp otoriteleri bile polis baskısıyla çocuğun boyunun yaşadığı travma yüzünden kısaldığı konusunda akla uygun olmayan raporlar hazırlar. Bu sırada, yakınlarda bir tavuk çiftliğinde, polisin tahminlerine göre 20 kadar erkek çocuğun katili olduğundan şüphe edilen bir seri katil, Gordon Northcott (Jason Hutler Barner) yakalanır. Acaba Walter da Northcott'ın kurbanlarından biri midir?

Film, bu sorunun peşine düşerken, Los Angeles'ın en kirli dönemlerinden birini de perdeye taşımış oluyor. James Ellroy'un 1940 ve 50'lerde geçen romanlarından uyarlanan "Los Angeles Sırları" ve "Black Dahlia" gibi Los Angeles Polis Teşkilatı'nın karanlık yüzüne odaklanan kara film örneklerinin yanında, "Sahtekar", biraz daha farklı bir yerde duruyor aslında, çünkü film aynı öykünün etrafında üç farklı temayı işliyor, sadece kirli polis-mafya ilişkilerini değil.

Öncelikle, kadınların özgürlüklerinin çok daha kısıtlı olduğu, erkek otoritesine karşı koyan kadınların akıl sağlığının yerinde olmadığı görüşünün hakim olduğu erkek egemen bir dönemde geçiyor olaylar. Üstelik, dönemin akıl hastaneleri ve kliniklerinde, akıl hastalarına suçlu muamelesi yapılıyor. Sözkonusu dönemi bu özelliğiyle de öne çıkaran film, Christine'in otoriter polis teşkilatına karşı mücadelesine sahip çıkan bakış açısıyla Hollywood'un en feminist filmlerinden biri olarak görülüyor şimdi. Kariyer sahibi özgür kadınların sivrilmelerine fırsat tanımayan ve bu kazanımlarının bedeli ağır şekilde ödetilen kadınların mücadelesine iyi bir örnek Christine. Bu kadınların kargaşa yarattığı ve erkek egemen düzen için tehlike teşkil ettiklerine dair görüş, filmde Collins'i tedavi eden psikiyatristin sözleriyle vurucu biçimde dile getiriliyor: "Sende yanlış olan bir şey var. Sen, özgür bir kadınsın." Gerçekten de, o yıllarda akıl hastaneleri, özgür olmak isteyen kadınların histerik teşhisiyle kapatıldığı, cezalandırıcı, son derece "erkek" kurumlar. Christine'in klinikte tanıştığı, Amy Ryan'ın canlandırdığı Carol Dexter karakteri ise, dönemin haksız yere suçlanarak akıl hastanelerine kapatılan özgür ruhlu kadın kurbanlarına çarpıcı bir örnek teşkil ediyor yine.

(...)