|
|
|
|
|
Demlenerek içki içmenin keyfini aldım
|
|
Bir ağırlık geldi. Deli gibi içki içmekten değil, sohbet ederek içmekten tat alır oldum. Müzik zevkim bile değişti. Sanat müziği dinliyorum... Anadolu'da yaşamış insanlarız. Hepimiz yırtmak istedik. İstanbul'a geldiğimde ben de öyleydim.
Ben de herkes gibi kefeni yırtmak istedim
Bu haftanın konuğu Beyazıt Öztürk. 36 yaşında ve sorumluluklarının farkında... Zaman zaman şöhretin ışıklarından onun da gözleri kamaşmış ama bundan sıyrılmayı başarmış.
Cuma günü, programının yayınından yaklaşık 8 saat önce yapıldı bu röportaj... Her hafta, 1,5 saat boyunca milyonların karşısında, canlı yayında büyük bir sınav (gerçekten yaşayanlar bilir bunu) veren Beyaz, o en güçlü göründüğü anlarda bilseniz içinde ne korkular, ne heyecanlar yaşarmış... İşte biz de bunları konuştuk: O ışıkların altında sadece onun gördüğü ve yaşadığı karanlık alanları, şöhret psikolojisini ve bir güngünü geldiğinde-bırakıp da gidebiliyorum demeyi, diyebilmeyi...
* 36 yaşına girdin... Yolun yarısını geçtikten sonra neler hissediyor insan? Kendinle ilgili, hayatla ilgili yorumlar değişiyor mu? Şunu hissetmeye başladım. Bir ağırlık geliyor. Türk sanat müziğinden büyük keyif alıyorum. Arkadaşlarla fasıl dinlemeye gidiyoruz. Deli gibi içki içmek değil de, demlene demlene, sohbet ederek içmenin keyfini aldık. Ayrıca Türk Sanat Müziği'ndeki şarkı sözlerine çok takılmaya başladım. Adamlar neler yaşamışlar? Aşkı hep sizli bizli anlatmışlar. Eski Türk filmlerine bakın, gece kulübünde herkes takım elbise giyiyor, bir şıklık var. Ben zaten 60'ların 70'lerin adamıyım. Ruhum öyle. Bugüne ait hiçbir şeyi takip edemediğim gibi bugüne ait bir şey de beni çekmiyor. Modern yaşamın nimetleri bana uzak.
* Bu imrenilen ve ışıldayan hayatın karanlık yanlarından söz etmek istiyorum. Bize göstermediğin, böyle alanların var mı? Nedense bizden hep bir mutsuzluk beklenir. En çok yeni tanıştığım insanlarda hissederim bunu. Önyargılı yaklaşırlar, araya bir set koyarlar ve sonunda da vurucu darbeyi vurmak için şunu söylerler: 'Aslında üzgünsün değil mi? Sıkılıyorsun değil mi?' Sen iyi olduğunu söyleyince de bozulurlar. Çünkü senden hep böyle bir şey beklenir. Oysa bu işin çok eğlenceli ve keyifli tarafları var.
* Peki ya sorumluluklar? Ve hayatını hep gözönünde yaşama, başkalarıyla paylaşma durumu... Doğru... Bu öyle bir iş ki, artık başkalarının sorumluluğunu ve hayatlarını da taşır hale geliyorsun. Senden yardım isteyenler oluyor. Sokaktaki adamın hali bile seni etkiliyor. Normal bir insanın yaşadıklarını yaşamıyorsun. Arkamda kırık insan bırakmayayım, kimseyi üzmeyeyim, yayında hatalı bir şey söylemeyeyim diyorsun. Çünkü karşınızda geniş bir yelpaze var. Herkes sizi izliyor ve izleyince de sizinle ilgili hak sahibi oluyor. Ama benim işim stüdyoda bitmiyor. Bu durum sokağa çıktığın zaman da devam ediyor. Çünkü sen ünlüsün. Sabah kalktığında 'Ben ünlüyüm' demiyorsun ama birileri tarafından bu sana devamlı hatırlatılıyor. Bu nedenle kafan devamlı bununla meşgul. ARTIK DAHA OTURAKLIYIM
* Belki de o büyük sorumluluğu taşıyabilmek için unutmamak daha iyi bir şey? Doğru. O moddan çıkıp biraz rahatlayıp gevşeyeyim dediğin anda oto kontrolünü kaybedebilirsin. Onun seni yönetmesine izin vermemek için dizginleri devamlı elinde tutman lazım.
* Ama mutlaka senin de kontrolü kaybettiğin, şöhret sarhoşluğuna kapıldığın dönemler olmuştur? İlk dönemlerde olmuştur tabii. Kameranın ışıkları sana yanınca, takip edilince ne olduğunu anlamıyorsun önce. Hoşuna gidiyor. Bir şey oldun zannediyorsun. Herkesin başına gelen bir şey bu. O zamanlarda dışarı çıkmak, görünmek istiyorsun. Ama sonra anlamaya başlıyorsun. Benim posterlerimin satıldığı dönem artık geçti. Benimle ilgili gazete başlıkları bile değişti. Eskiden 'Genç kızların yakışıklı prensi' diye yazılırdı. Zamanla her şey değişiyor. Artık daha oturaklı bir döneme girdim. Artık yaptığım iş daha önde olmaya başladı. Türkiye'nin dört bir yanını dolaştım. Oraları gördükçe dünyanın sadece İstanbul olmadığını ya da gazetelerde çıkan haberler olmadığını görüyorsunuz.
* Hayattan kopmamak, sokaktaki hayatın içinde olmak için çabaların var. Ama bir yandan da 'ya yanlış anlaşılırsam' kaygısı taşıyorsun... Eğer bunu samimiyetle yapıyorsan insanlar anlamaz mı? Bakın size bir örnek anlatacağım. 17 Ağustos depreminde Altınoluk'taydım. Depremden sonra Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz telefonlaştık ve 'Gidip moral verelim' dedik. Ben hemen Çınarcık'a gittim. Özel arabam vardı, Yalova'ya girerken arabamı bırakıp taksiye bindim. Çünkü orası deprem bölgesi ve yanlış anlaşılabilir. Taksiye bile çok utana sıkıla bindim, görünmemeye çalıştım. Bir sürü insanın evi yıkılmış, yakınlarını kaybetmiş ve sen hava atmak için oradaymış gibi algılanabilirsin. Tabii ki samimiyet karşı tarafa geçer. Ama samimiyet onlara geçene kadar yaptığını bir şov gibi görmesinler diye mümkün olduğu kadar basite çekmeye gayret ediyorum. Ben bir restorana girerken de karşılanmak falan istemiyorum. Mümkün olduğunca çaktırmadan girip oturmak istiyorum.
* Bu nedir? Aile terbiyesi mi? Utangaçlık mı? İyi aile çocuğu imajı mı? Bu konuda bir sıkılganlığım var. Ayrıca Türkiye'de magazinlerde kurunun yanında yaş da yanıyor. Türkiye'nin yüzde 99'una yüzde 1'lik bir kesimin hayatı gösterilerek eğlendirilmeye ve örnek gösterilmeye çalışılıyor. 'Bakın bunun evi böyle, arabası böyle, gece böyle yakalandı, sevgilisi bu...' gibi haberlerle gündeme geliyoruz. Çok dikkat ederim; elimde içki kadehiyle görünmemeye gayret ederim. Öyle bir eğlencenin içine girmem... Kılığımdan kıyafetimden, oturmamdan, gittiğim yerlere kadar her konuda çok dikkatli, oturaklı olmam gerektiğine inanıyorum. Sonuçta bu içinde öyle bir sistem yaratıyor ki, kameranın olmadığı yerde de o otokontrolü sürdürüyorsun. 'Aman göze batmayayım, aman dikkat çekmeyeyim' diyorsun. Yalova'ya girerken arabamı bırakıp taksiye binmem de bundan işte. Çünkü etrafta yıkılmış hayatlar var, çile var, acı var. Ben moral vermeye gittim ama yanlış anlaşılmaktan da korktum. İnsanlar 'Ya kardeşim git ya. Her yerdesin zaten, burada da olma' diyebilirlerdi.
TAVLA KAFAMI DAĞITIR * Bugün yayının var. Ekrana çıkana kadar yaşadığın süreci anlatabilir misin? Senin de korkuların, gerginliklerin vardır mutlaka... Saat 6'da kanala giderim. Bütün ekip toplanır, yapacaklarımızı gözden geçiririz. İçimize sinmeyen şeyleri sorgularız. Yanlış yapmayalım diye çok ince düşünürüz her şeyi. Saat 8 gibi tavla oynarım. Oynarken kafamı dağıtırım. Saat 10 gibi mideme ağrılar girmeye başlar. Bir sıkıntı, uyku gelir. Devamlı esnerim. Eve gidip yatıp uyumak isterim. 'Yapamayacağım! Allah'ım nasıl yapacağım?' diye içimde gel gitler yaşarım. Son 15 dakikada stüdyoya girip seyirci ile konuşur onları havaya sokarım. Yayına bir iki dakika kala da, hep aynı şey aklıma gelir: 'Niye ben? Niye ben seyircinin arasında değilim? Allah'ım ne yapacağım?' Son dakikada ise her şey uçar gider aklımdan. Sonra babama 3 kulhüvallahü, bir elham okurum. Mutlaka. Çünkü bizim tek eksikliğimiz, üzüntümüz babamdır. Yayın başlar. İlk birkaç dakika tutuk geçer. Bağırırım, 'hoşgeldiniz' derim. O aslında 'şu kefeni yırtayım' bağırmasıdır. Bağırdıkça zekam açılmaya başlar. O kısmı da atlattığım zaman keyifli anlar başlar.
* Yayının ilk dakikaları daha riskli değil mi? Ama ilk anda onu anlamıyorsun. 'Benim programıma gelmişler, bu program benim... Stüdyoya bakıyorum benim... Seyirci bana gelmiş. Kocaman bir stüdyom var, orkestram var' duygularındasın. Ama ne kadar sıkıldığını, kendini ne kadar kastığını yayın bittikten sonra anlıyorsun.
* 'Ben Beyaz'ım' dediğin, Beyaz'ın farkında olduğun an uzun sürerse? İlk beş dakikadır o. Kendini kaptırırsan işini yapamazsın. 'Ben ben' dersen, iş yapamazsın. Seyirci ile diyalog kurman lazım. Rahat olmak durumundasın. Bazen konuğu hiç dinlemem, ben biraz sonra ne söyleyeceğim diye düşünürüm. Bazen aklıma iyi bir espri gelir... Onu patlatmak için deli gibi sabırsızlanırım ve o sırada ayağa kalkarım zaten.
MİNİBÜSE BİNMEZ, YÜRÜRDÜM * Peki insan bu işi-işini yaparken hayatını da herkesle birlikte yaşamayı seçiyorsun-niçin yapar? Sevilmek için mi, alkışlanmak için mi? Türkiye'de şöhret olan insanların hayat hikayeleri birbirinden çok farklı değildir. Genelde Anadolu'da yaşamış, orada okumuş insanlarız. Ve bir şekilde kefeni yırtmak istemişiz. Beğenilmek mi? Hayır önce yırtmak... Bu noktada parasızlık var, ümit dünyası var, İstanbul'a gelince her şeyin çok iyi olacağını ümit etme duygusu var. Ben de geldiğimde öyleydim. Yenibosna'dan Bakırköy'den Halkalı toplu konutlara yürüyerek giderdim. E-5'in kenarında, çamurlar içinde yürürdüm. Dolmuş parası cebimde kalsın diye... Beğeni tabii ki insanı yaşatan bir şey ama beni alkışladınız, sahnenin tozunu yuttum, ben bir şey oldum dediğiniz zaman orada bir hataya düşüyorsunuz.
* Bütün bu söylediklerin ve duruşun, 'Şöhretsiz de yaşayabilirim'in altını çizmek gibi geldi bana. Yanılıyor muyum? Sürekli 'ben bir şey oldum' havalarında dolaşırsan, gelecekte şöhret hafif hafif kaybolmaya başladığında savunmasız yakalanırsın. Ben, alkış seslerinin azaldığını hissettiğim anda kendim hoşçakal demeyi başarabilecek durumda bir adamım. O güne hep hazırlıklı olman gerektiğine inanıyorum. Herkesin kendini buna hazırlaması gerek. Aslında herkes başladığı yere geri dönüyor. Yani aslında düştüğün yer senin ilk geldiğin yer. Onun için geldiğin yeri asla unutmaman lazım.
|
|
|
|
|
|
|
|
|