|
Resimlerinde yoksulluk var
|
|
Evde, aile içinde tadılan sofra keyiflerini yaşamamış olanlara çok yazık... Bunun özlemini en çok memleketinden uzaklarda yaşayanlar bilir... Yaşamının son yıllarını Fransa'da geçiren ünlü ressam Fikret Muallâ gibi...
Ah bir peynirli börek olsa!
Ne yazık sofra başında yaşanan mutluluğu tatmamış olanlara... Bunun özlemini en çok evinden uzakta yaşayanlar bilir... Tıpkı Fikret Muallâ gibi....
İstanbul'umuzun son zenginliği, Fındıklı'daki modern sanat müzesi, "İstanbul Modern," 31 Temmuz tarihine kadar ünlü bir ressamımızın 241 eserine evsahipliği yapıyor. Fikret Muallâ retrospektif sergisi, mühendis olmak için Avrupa'ya giden ama mühendislik yerine grafik öğrenimi görüp hayatını resme adayan, son yıllarını yalnız başına geçirdiği Güney Fransa'daki Reillanne köyünde 64 yaşında öldüğünde kimsesizler mezarlığına defnedilen ünlü ressamımızın dehasını ortaya koyuyor. Bu tür retrospektif sergilerin en büyük özelliği, ağır ağır, sindire sindire gezdiğinizde, bir süre sonra sanatçının üslubu, eserlerine yansıttığı ruh hali yanında, onun yaşamı hakkında da önemli ölçüde fikir sahibi olabilmeniz. Önceki hafta sonumu bu sergiye ayırıp 35 koleksiyoncudan ödünç alınıp bir araya getirilmiş resimleri hayranlıkla izledim. Salonların girişlerine yerleştirilmiş, Muallâ'nın yaşamı ve sanatıyla ilgili bilgilerin yer aldığı panolar ve sinema salonunda sürekli tekrarlanan bir belgesel film, usta ressamı tanıyıp bir ölçüde anlamama yardımcı oldu.
DEVR-İ SAADET Ömrünün son 27 yılını bir tür sürgün hayatı içinde, Fransa'da geçiren Fikret Muallâ'nın natürmortlarının sergilendiği salonun girişinde yer alan, 1964 yılında, ölümünden üç yıl önce yazdığı bir mektuptan alıntı küçük bir paragraf, bu hafta size bu yazıyı yazmam için beni adeta zorladı. "Ah İstanbul, ne güzel yerdir. Hele insanın kendi evi oldukça... Ev yemekleri, kış mevsiminde ne güzel olurdu. Tatar börekleri ve turşular... Mangalda tepsi börekleri. Peynirlisi bir türlü güzel, kıymalısı bir başka türlü nefis şeylerdir. Ah bir evim olsaydı... Devr-i saadet aklımdan hiç çıkmaz!" Yaşamlarının uzunca bir bölümünü vatanlarından uzak geçirenler bilir. Değil Fikret Muallâ gibi yarı aç, yarı tok, büyük sıkıntılar içinde yaşayanlar, bir elleri yağda, bir elleri balda hayat sürenler bile, memleketlerinin taşı toprağı kadar, örneğin çocukken yedikleri bir yemeğe ya da yörelerinin bir peynirine büyük özlem duyarlar. Dengesiz ruh halinin de etkisiyle Fikret Muallâ'nın insan ilişkileri kötü; sanatına karşı dürüst ve ödün vermeyen bir kişi, ancak sanatını paraya dönüştürecek esnekliği, pazarlama becerisi yok. Paris'te yaşadığı, cıvıl cıvıl renkleriyle hayat dolu resimlerini yaptığı tavan arasına atölye demek hiç kolay değil. Sabah bulabildiği bir kağıt üzerine guvaş boyalarla kısa süre içinde yaptığı resimleri yakındaki bir meyhanenin garsonuna iki lokma yemek ve içki karşılığı verip sağlığını mahveden alkolle haşır neşir bir ömür sürmekte. Uzun yıllar Paris'te yaşayan ve bu anılarını "Elveda Afrika, Hoşça kal Paris" başlığı ile kitaplaştıran Hıfzı Topuz, Fikret Muallâ ile ilk tanışmasını şöyle hatırlıyor: "-Benden bir resim almaz mısınız? Valla, diyorum, yanımda 1000 (eski) franktan başka para yok (şimdiki 1.3 euro). Çok iyi, diyor; verin siz onu bana! Büyük ve kirli bir karton dosyadan bir guvaş resim seçip bana uzatıyor: -Buyrun bu sizin. Yok, diyorum. Böyle bir resim hiç 1000 franka verilir mi? Bana bir eskiz verin yeter. Fikret: -Hayır, hayır diye dayatıyor. Siz verin o 1000 frankı. Veriyorum. Haydi, diyor; şimdi aşağıdaki bistroya gidip birer kadeh bir şey içelim, burada su bile yok! Aşağıya iniyoruz. Fikret iki kırmızı şarap ısmarlıyor. İki paket de Gitanes sigarası istiyor. Bir kadeh şarap o zaman şimdiki parayla 40 santim, bir paket sigara da onun gibi bir şey. Demek ki 1000 frankla sekiz on kadeh şarap içilebilir. Kadehler gelip boşalıyor..." Ne yazık, bugün koleksiyoncular bir şişe içki karşılığında verilen o resimlere sahip olabilmek için birbirleriyle yarışmaktalar, her biri için 30-40 milyardan başlayan, birer servet denebilecek bedelleri gözlerini kırpmadan ödemekteler. 1963 yılında yazdığı mektupta, "Heykeltıraş Hadi Bey bana himmet ve zahmet edüp bir hazine-i sultani kasası büyüklüğünde muazzam bir paket gönderdi: İçinde halis pastırma, kuş lokumu gibi halis sucuk, kuru zeytin, kaşar peyniri, Hacı Bekir lokumu, badem ezmesi, bergamut reçeli, beş on paket de memleket cigarası vardı. Ben ihya oldum bittabi. Eksik olmasın. Hem ramazanlık, hem bayramlık bir kasa mevad-i gıdaiye... Hadi Bey beni ihya etti. Tam 25 senedir pastırmaya hasretim" diyor Fikret Muallâ. Size tuhaf gelebilir ama öğrencilik yıllarımda yurt dışında geçirdiğim bir yıl içinde çeşitli yiyeceklerin yanı sıra, işkembe çorbasına şiddetli bir özlemle adeta "aşerdim". Memleketimde kırk yılın bir günü işkembe çorbası içsem, sıradan yaşam temposu içinde uzun süre hiç aklıma gelmese de yurtdışında, belki de bulamayacağımı bilmenin getirdiği karşı konmaz bu istekle günlerce boğuştum. Fikret Muallâ'nın memleketinden gönderilen paket içindeki pastırmayı nasıl büyük mutlulukla tattığını, bunun kendisini, annesinin sağ olduğu, huzurlu çocukluk günlerine geri götürdüğünü adeta görür gibi oldum.
RESİMLERDE İÇKİ ÖN PLANDA Fikret Muallâ'nın natürmortlarında ana öğe hep içki. Kâh eski tip, çevresi hasırlı, bombeli bir İtalyan Chianti şişesi, kâh açılmış, belli ki hiç değilse bir bölümü içildikten sonra tıpası ağzına tıkılmış ucuz bir Fransız şarabı şişesi. Şişenin yanında bazen bir salata çanağı, bazen de bir tabak içinde birkaç küçük balık görebilmek mümkün. Ama resimlerin çoğunda bir patlıcan, soğan, bir domates, yarım balkabağı, bir tabak armut, iki elma; ressamın evinde bulabildiği ve resimlerine model olarak seçtiği mütevazı yemek malzemeleri. 1967'de yazdığı mektupta beni en çok duygulandıran, "Ah bir evim olsaydı!" cümlesi oldu. Bu cümlede, çevresinde dost barındırmayan, kavgacı, sert mizaçlı ressamın huzurlu bir yuvaya duyduğu özlem tüm yoğunluğu ile dile getirilmiş. Muallâ'nın burada kastettiği başını sokacak bir mekân değil, huzur bulacağı bir yuva. Mangalda pişen peynirli, kıymalı tepsi böreklerini sofrada kendisiyle paylaşan bir aile Günümüzde büyük kentlerin tek başına ya da iki kişilik yalnız insanları arasında mutfağın bir yer kaybı olarak görülmesine, çok daha yararlı şeyler için harcanacak sürenin yemek pişirerek israf edilmiş sayılmasına, çocukların sofra kültüründen paylarını almadan fast food tezgâhlarından bir şeyler atıştırarak büyümelerine üzülüyorum. Mutfakta kaynayan tencerenin, aileyi günlük koşuşturmanın vahşi temposundan kurtarıp sofra etrafına toplayıp onları bir arada tuttuğuna gönülden inanan biri olarak Fikret Muallâ'nın hazin yalnızlığından etkilendim. Ama Fikret Muallâ hiç değilse çocukluğunda huzuru tatmıştı; devr-i saadet diye andığı o günlerin anıları ile teselli bulabiliyordu. Ya evlerinde mutlu sofraları hiç yaşamamış olanlar?..
|