İlk harçlığım delikli iki buçuk kuruştu
Sıfırları attık ve geçmişe döndük. Oysa katrilyonlara alışacağımız söylenmişti. Alışamadık, döndük. Eskiye döndük. Şimdi kuruş hesabı devri başladı. Kuruşları da cebimizin bir köşesinde değil, cüzdanımızın bir köşesinde saklama dönemi başladı. Ben cüzdan taşımayacağım. Çünkü bana ailemden kalan en eski miras olan büyük, büyük dedemin el işlemeli para kesesini büyük bir keyifle kullanacağım. Cennet-mekan babamın bana söylediğine göre o kesenin şöyle bir 200 yıllık geçmişi varmış. Çocuktum...
İlk harçlığımı, daha doğrusu anamın okula giderken kalemimi kaybedersem yenisini almam için verdiği delikli 2 buçuk kuruşu nasıl unuturum? Afedersiniz ama o sarı samanlı defterden nefret ederdim. Kaybetmeyeyim diye anamın boynuma iple bağladığı boyalı kalemden daha çok nefret ederdim. (Yazmazdı. Yazması için tükürüğümle ıslattığım zaman o kolalı beyaz yakam Fiorentina formasına dönerdi). Bir de boynuma bağlı silgim vardı. Bir keresinde kalemi de silgiyi de kaybettiğimi hatırlıyorum. O delikli 2 buçuk kuruşla leblebi almıştım, sıcaktı ve ceketimin iki cebini de doldurmuştu. Bir şeyden daha nefret ederdim. Babamın tahtadan yaptığı okul çantasından. Kışları taşımak sorun değildi.
Yokuş aşağı üstüne oturur, o çantayı bir kayak gibi kullanırdım. Ama o yaz ayları. Hem ağırdı, hem de sürtününce bacaklarımı kanatırdı. (Anacığım çadır bezinden bir pantolon dikmişti. O da bacaklarımı sürtündükçe öyle kanatırdı ki..) Çantayı taşlara vura vura kırdım. Köy Enstitüsü mezunu olan babam çantayı ne yaptığımı sormadı. Sadece bir gün annem, kızgınlıkla 'O kocaman tahta bavulu, kırdım ve sobada yaktım' demişti de babam 'çantasız' kaldığımı öğrenmişti. Delikanlılığım da kuruşla geçti. İskenderun'da bir gümrük iskelesi vardı (Şimdi dolduruldu çay bahçesi oldu). Orada yüzer ve turistlerin attığı 5 kuruşu dalıp çıkarırdık. Parayı büyük bir gururla denize atana gösterir ve sonra da ağzımızda saklardık (Bütün bunlar akşam yazlık Kanatlı Sineması'na gitmek içindi). Ama içimizde fiziği en iyi olan sevgili Rıfat, denizin altında boğazımızı sıkar ve ağzımızın içindeki parayı alırdı. En zayıf ben olduğum için başka şansım yoktu. Sonra da hep birlikte (Nazım, Vural, Hasan, Mithat) sinemaya giderdik.
Elbette sinema paramı Rıfat verirdi. Delikanlı oldum, çalışmaya başladım. Gündüzleri Yeni İstanbul Gazetesi'nde, geceleri Gazetecilik Yüksek Okulu'na giderdim. İlk maaşım 40 liraydı. Serviste yetkili olunca 800 lira almıştım ki bir anda kendimi sanayici işadamı gibi görmeye başlamıştım. Daha sonrasında ise... (İlk toplu parayı da yolda buldum. Cebimde 50 lira vardı ve bir gün sonra evlenecektim. Yolda bulduğum 3 bin lira ile balayına çıktım ve harika günler geçirdim) Gazetecilikte iyi para kazanmaya başladım. Hayatta gururlandığım bir olaydır... Beşiktaş'ta bir lokantanın patronu ile anlaşmıştım. Çocukluk arkadaşımdan kim yemek yerse benim hesabıma yazılsın demiştim (Çünkü tek çalışan ve para kazanan bendim). Şimdi o arkadaşlarım bugün Türkiye'nin gururu sanatçılar oldu. Rıfat iyi bir ressam... Vural, Güzel Sanatlar Galerisi Müdürü; Nazım ABD'de seçkin bir ressam; Hasan Finlandiya'da seçkin bir heykeltıraş oldu. Konuyu bakın nereye getirdik...
Efendim bir zamanlar ben de o arkadaşlarım gibi resim ve heykele karşı çok yetenekliydim. Ama bir telgraf hayatımı değiştirdi. Beni özleyen anacığımın "Baban hasta gel" telgrafı ile imtihanı kaçırdım ve güzel sanatların kapısından döndüm. İşte o yüzden o günden beri resim yapmam. Resim galerisine gitmem. Sergilerin açılışından kaçarım. Ama her Paris'e gittiğimde vaktimin neredeyse tamamını Louvre'da geçiririm. Bu da benden size küçük bir sır. Elbette Picasso olmak istemezdim. Ama deli ya da dahi Salvador Dali gibi olmayı çok isterdim.
|