kapat
Anasayfa
|
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
26 Aralık 2008, Cuma
Sabah
 
Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Emlak Çocuk Yazarlar Çizerler
Gündem Siyaset Ekonomi Yaşam Dünya Teknoloji Turizm Otomobil
 
24 Saat
24 Saat

Murat Emir Eren: "Dünyanın öbür ucunda..."

Sinema dergisi
Giriş Saati : 26.12.2008 10:36
Güncelleme : 26.12.2008 17:13
Yeni Haber
2001 yılında gösterime giren "Kırmızı Değirmen"le dünya çapında büyük beğeni toplayan yönetmen Baz Luhrmann, şimdi de memleketinde çektiği yeni filmi "AVUSTRALYA" ile karşımızda. Başrollerdeyse, filme ismini veren kıtanın çıkardığı iki yıldız, Nicole Kidman ve Hugh Jackman var...
Avustralyalı zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Baz Luhrmann, şimdiye kadar üç uzun metrajlı film yönetti. Bu filmlerin üçü de, Luhrmann'ın Avustralya'da, ailesinin yanında geçirdiği yıllardan izler taşıyordu. Zira Luhrmann'ın ailesi, salon dansları düzenlemekten, bir sinema salonu işletmeye kadar türlü işe bulaşmıştı. Aile, bölgedeki bir çiftliğin de sahibiydi. Luhrmann, "Kırmızı Perde Üçlemesi" olarak adlandırdığı ilk üç filminde dansa ve müziğe olan tutkusunu belli etmiş, özellikle kırmızı perdelerin arkasındaki salon dansçılarının öyküsünü anlattığı "Kırmızı Değirmen"le duraklama dönemindeki müzikal geleneğini yeniden diriltmeyi becermişti.

(...)

Leonardo DiCaprio ve Claire Danes'in rol aldığı 1996 yapımı "Romeo+Juliet" de, The Cardigans, Garbage ve Radiohead gibi grupların şarkılarının yer aldığı efsane soundtrack'iyle, klasik öyküyü demodelikten uzak bir şekilde sunan, tam anlamıyla yenilikçi bir yapıya sahipti. Müzikal altyapısından, Luhrmann'ın yakaladığı post-modern görsel atmosfere kadar filmin tüm öğeleri zamanının çok ilerisindeydi. Luhrmann'ın yönettiği ve bu iki filme nazaran daha az bilinen ilk filmi "Strictly Ballroom"sa, dansçı Scott Hastings'in öyküsünü anlatıyordu. Yönetmenin müzikallere ilgisi henüz ilk filminden kendisini göstermiş ve ileride "Kırmızı Değirmen"le tamamlanacak olan "Kırmızı Perde Üçlemesi" bu filmle başlamıştı.

(...)

Luhrmann'ın sinema anlayışı, melodram ve müzikali aynı potada eritmek, bile isteye seçtiği demode hikâyelere yeni bir bakış açısı getirmek ve "Kırmızı Perde Üçlemesi" özelinde, tüm bunları yapay bir gerçekliğin içine oturtarak, kendine has bir estetik yaratmak üzerine kuruluydu. Hatta üçlemesinden bahsederken zaman zaman "gerçekçi yapaylık", "tiyatrolaştırılmış sinema" ve "operasal romantizm" gibi kavramlardan bahsediyordu. Ta ki "Avustralya"ya kadar...

Baz Luhrmann, şimdiye kadarki en başarılı filmi "Kırmızı Değirmen"in ardından, malum üçlemesini de tamamlamış oldu. Ardından gelen projesini herkes merakla beklerken, yönetmen sürpriz biçimde Büyük İskender'le ilgili bir film yöneteceğini, filmin başrollerindeyse Leonardo DiCaprio'yla Nicole Kidman'ın yer alacağını açıkladı. Bu filmle Luhrmann müzikalden ve melodramdan sıyrılıp, yeni bir alana ayak basmış olacaktı. Lakin olaylar herkes için farklı gelişti. Oliver Stone, başrolde esmer yağız delikanlı Colin Farrel'ın yer aldığı korkunç "Alexander"ıyla çıkıp geldiğinde, Luhrmann'ın "Büyük İskender" projesi de suya düştü. Stüdyo, ikinci bir İskender filmine dünyanın ihtiyacı olmadığına hükmederek projeyi iptal etti. Stone'un filminden sonra Luhrmann'ın hevesi kursağında kalmıştı ve projenin belirsiz bir tarihe ertelenmesi zaten kaçınılmazdı. Bu noktadan sonra, Luhrmann yine benzer temalara yöneldi ve memleketi Avustralya'dan ayrılmadan yönetebileceği "epik" bir hikâyenin peşine düştü. Bunun için kıtalar arası seyahat yapmasına gerek kalmadan, İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan bir olayı mercek altına yatırması yeterli olacaktı. İşin geri kalanını hayalgücü halledecekti nasıl olsa...

Bu olay, Avustralya'nın Pearl Harbor'ı olarak da bilinen Darwin Bombardımanı'ydı. İkinci Dünya Savaşı'nda, Pasifik Grubu'nu hedef alan bu saldırıyı Japon Hava Kuvvetleri gerçekleştirmişti ve saldırıya yüzü aşkın Japon uçağı katılmıştı. 19 Şubat 1942'de gerçekleşen bu olay sonucunda Avustralya'nın Darwin bölgesinde 243 kişi hayatını yitirmiş, 600'den fazla insan da zarar görmüştü. Darwin, Kuzey Avustralya'nın, Asya'ya en yakın bölgelerinden biriydi. Hedef seçilmesinde etkin sebeplerden biri de buydu. 66 yıl önce gerçekleşen bu bombardıman, Luhrmann'ın melodram öğeleri barındıran ana hikâyesini oturtabileceği güçlü bir fon oluşturacaktı. Luhrmann yeni filmini bu elim olayın etrafında kurdu ve bombalama sırasında Avustralya'da yaşamını sürdüren İngiliz aristokrat bir çiftlik hanımıyla, ona bölgede rehberlik eden bir celebin epik-romantik öyküsünü anlatmak üzere kolları sıvadı. Senaryoda Luhrmann'a eşlik eden diğer isimlerse Stuart Beattie, Ronald Harwood, Richard Flanagan oldu. Bu isimlerden özellikle Stuart Beattie, Michael Mann imzalı "Collateral" ve muhtemelen 2010 yılında izleyeceğimiz "Halo"nun da senaryo yazarı.

Hikâyeye göre Bayan Sarah Ashley, hayatını yüzeysel bir çevrede geçirmiş ve sevgisiz, çocuksuz bir evliliğe mahkum olmuştur. Kocasının ilgisizliğinden bıkan ve en nihayetinde aldatıldığını düşünen Sarah, Avustralya'daki Faraway Downs adlı çiftliklerini ziyaret etmeye karar verip, Londra'dan, Darwin'e doğru yola çıkar. Darwin, Sarah için adeta yepyeni bir dünya vaat etmektedir. Zira Sarah, hayatı boyunca bu kadar sıcak ve doğayla bu denli iç içe olabileceği bir ortamda bulunmamıştır. Darwin'deki rehberiyse, atının üzerinde bir gezgin olarak hayatını devam ettiren, hayvan gütmekle görevli bir celeptir. Sarah ile fütursuz ve macerayı seven bir adam olan rehberi ilk başlarda anlaşamasalar da, günün birinde Sarah, Nullah adlı yarı Aborjin bir çocuğun bakımını üstlendiğinde ilişkileri değişmeye başlayacaktır. 10 yaşında kimsesiz bir çocuk olan Nullah'ın aralarına katılmasıyla, eski yaşamını tamamen ardında bırakan Sarah ve onun gizemli rehberi adeta yeni bir aile oluverirler. Bu sırada, durumu pek de iyi olmayan Faraway Downs çiftliğine göz koyan Baron King Carney, İstasyon Müdürü Neil Fletcher'ın da yardımıyla bu "aile"nin üzerine bir kâbus gibi çöreklenir. Artık tek çareleri, çalışıp çiftliği mevcut durumundan kurtarmaktır. Bunun içinse ellerinde sadece kendi emekleri, alkolik bir muhasebeci, sihirli güçleri olduğuna inanılan King George, Aborjin işçileri Magarri ile Goolaj vardır. Üstelik tam işleri yoluna koymaya başladıkları sırada, savaşın korkunç yüzüyle karşılaşacaklardır.

Yönetmen Baz Luhrmann, bu öyküyle yola çıkarken, çocukluğunda ailesinin işlettiği sinemada izlediği türden epik bir film yapmak istediğini her fırsatta dile getiriyor. Zaten filmin son hali de, hem bir melodram, hem de müziğin -doğal olarak- etkili biçimde kullanıldığı yoğun aksiyon sahneleri içeriyor. Bunlar biraz filmin genel atmosferiyle ilgili referanslar. Ancak Luhrmann'ın filmin merkezindeki hikâyeyle ilgili referansları daha farklı noktalarda kendisini gösteriyor. Filmde, Sarah Ashley'nin kişisel yolculuğu, büyük oranda, "Out Of Africa/Benim Afrika'm"daki Karen Blixen'ın öyküsüne benziyor -hatırlarsanız onun da yolculuk öncesinde eşiyle problemleri vardı.

(...)

Şimdi şöyle bir düşünelim... Luhrmann'ın müzikaller ve kitch filmlerle ilerleyen kariyerinde dönüm noktası olması muhtemel bir filmle karşı karşıyayız. Filmin görsel açıdan son derece doyurucu olduğu ve inanılmaz bir müzik kullanımına sahip olduğu söyleniyor (Filmin müziklerinde David Hirschfelder'in imzası var). Çok uzun aralıklarla film yapan böylesine titiz bir yönetmenin elinden her halükarda seyri keyif verici bir film çıkacağına olan inancımız da tam. Öyleyse bu film kaçmaz!