Cuma günü
12 Eylül darbesinin yıldönümüydü. Bu darbenin insani bilançosu, kişiyi insanlığından utandıracak detaylarla doludur. Darbe dönemi, bir ülkeyi yönetme sorumluluğunu alanların kendi vatandaşlarına yapabilecekleri
zulmün en üst örneklerini sergilemişti. Yüzbinlerce insanın hayatı kaydırılmış, çoğu
akla sığmayacak işkencelerden geçirilmişti.
Üstelik 12 Eylül rejimi uygulamalarının sonuçlarıyla da, ki bunların başında
PKK'nın kitleselleşmesi gelir,
Türkiye'nin gelecek onyıllarını da karartmıştı. Atatürkçülük adına
laikliği iğdiş etmiş,
Alevi köylerine cami yapmaktan,
Türk-İslam senteziyle toplumu muhafazakarlaştırmaya;
Suud vakıflarıyla işbirliği yaparak
İran devriminin etkisinden mezhep koyulaşmasıyla koruma çabasından, anayasaya
zorunlu din dersi koymasına kadar laikliklik iddiasıyla çelişen pek çok tasarrufun sorumlusudur. Siyaseti şekilendirirken de genele hakim olan otoriter kalıpların kırılmasını engelleyecek,
toplumun siyasete katılımının önüne set çekecek ne varsa yapmıştı.
Toplum hesap soramadı Darbeye yol açan koşulların oluşmasında sonradan
darbeyi yapacakların ve yandaşlarının ne denli önemli katkıları olduğu zaman içinde ortaya çıktı. Ne yazık ki toplum ne o gün ne bugün o darbeyi yapanlardan, o
darbeye çanak tutanlardan, o darbenin gelmesine imkan sağlayanlardan hesap sormadı. Tersine
darbenin liderleri devirdikleri siyasetçilerden dahi izzet, ikram ve itibar gördüler. O siyasetçilerse yeniden iktidara gelebildiler. Bu sorumlular da, o kanlı dönem nedeniyle
ne bir vicdan muhasebesi yaptılar
ne de özür dilediler. Tıpkı geçmişteki birçok
yüz karartıcı, ağır vicdan yükü oluşturması gereken olaylarda sergilediği
umursamazlığı Türkiye toplumu burada da sergiledi.
12 Eylül'ün
Soğuk Savaş'ın bitmeyeceği hesabı üzerine kurduğu otoriter, topluma ancak itaat etme hakkı tanıyan yönetim anlayışı, eğitime, toplumsal örgütlenmeye aynen yansıdı. Bundan dolayı Soğuk Savaş bittiğinde
Türkiye ne yapacağını şaşırmış, kendini demokratik bir döneme geçiş yapacak hazırlıktan yoksun bulmuştu.
Halbuki üzerinde Soğuk Savaşın bitmesiyle
uluslararası sistemden gelen baskılar vardı. Bunun yanısıra
Türkiye'de
24 Ocak kararlarıyla başlayan dünya kapitalizmine eklemlenmenin de sonucu olarak toplum farklılaşmış yeni ekonomik ve sosyal katmanlar ortaya çıkmıştı. Bunlar da iktidardan pay yani daha fazla demokrasi talep ediyordu.
Katolik papazı ve Türkiye Türkiye hala bu baskılara rağmen
demokratik bilince sahip bir ülke değil. Devlet anlayışıyla, toplumun hukuk bilincinin sığlığıyla, cemaatçi yapısının pekiştirdiği bireysel ve toplumsal bencilliğiyle
demokrasisini kurmakta zorlanıyor. Siyaset bir
rant paylaşımı şeklinde icra ediliyor,
çoğunlukçu ve otoriter zihniyet siyasi aktörlerin davranışlarına damga vuruyor. Tüm bunlardan da hukukun üstünlüğüne saygılı özgürlükçü bir siyaset anlayışı üretilemiyor.
Henüz kendi kendisinin kötü bir karikatürü haline gelmediği yıllarda Yalçın Küçük bir panelde
"biz katolik papazı değiliz, özeleştiri yapmayız" mealinde, ülkedeki hemen her grubun genel yaklaşımını yansıtan bir söz söylemişti. Bu zihniyetin hakim olduğu ve
bugününü yaşamak ve yarınını kurmak isterken
geçmişini hep ört bas eden bir toplumun
sağlıklı siyaset üretmesi de,
demokratik bir düzen kurabilmesi de mümkün değildir. Mümkün değildir zira geçmişindeki
hatalarıyla yüzleşemeyenlerin ahlaki bir zaaf içinde,
yalan üzerine kurulu bugünler yaşadıkları vakıadır. 12 Eylül'ü hatırlamak, 12 Eylül'ün mirasından kurtulmak,
parçalanmış ruhları onarmaya çalışmak yalnızca kendimizle yüzleşmek için gerekli değil.
Yarını kurmak için de şarttır.
Yayın tarihi: 14 Eylül 2008, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/09/14//haber,6B9DD22DF6344C2594C4C30525BE4B00.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.