(1990'lı yıllarda Sırbistan devlet başkanı Slobodan Miloşeviç davetli olarak Türkiye'ye geldi. Aradan yedi ay geçtikten sonra bu kez de Türkiye-Balkanlar Ekonomik İşbirliği Zirvesi nedeniyle İstanbul'da yapılan bir toplantıya katıldı. Boşnakların toplu öldürülmelerinin, binlerce Boşnak kadına bilinçli ve sistematik olarak uygulanan toplu tecavüzlerin sorumlusu olarak tüm dünyada lanetlenen Miloşeviç'e Türkiye her iki ziyaretinde de bu tür kötü şeyler yapmaması telkininde bulundu. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel zirvede yaptığı konuşmada korkunç cinayetlerin, etnik temizliğin, toplu tecavüzlerin bir numaralı sorumlusuna "Irkı, dili, dini ne olursa olsun insani dramlar hepimizi üzüyor. Katliamlar durmalı. Bunda sizin de payınız olmalı." demişti. Cumhurbaşkanından önce Bosna'ya gitmiş olan dönemin başbakanlarından birisi de zaten "burada... soykırım olmadığı düşüncesindeyim" diye fikrini beyan etmişti.Böyle bir olay gerçekleşmedi. Gerçekleşse o hükümet yerle yeksan olur, sorumlular Fizan'a göç etmek zorunda kalırlardı. Miloşeviç yerine hakkında soykırım suçundan tutuklama emri bulunan Ömer el-Beşir'i, Demirel yerine Abdullah Gül'ü, Başbakan olarak da Tayyip Erdoğan'ı koyduğunuzda, ölenler, tecavüze uğrayanlar Boşnak değil çoğunlukla Afrikalı Müslümanlar olduğunda, öldürenler, tecavüzcüler de genelde Sudan hükümetinin örgütlediği cancavid adlı Arap kökenli Müslüman katil çetelerinden oluştuğunda ise bu ülkede tıs çıkmadı. Sayılı insan bu ayıbın manevi yükünü taşıdı. Ne yazık. Bu arada Afrika'ya yönelik büyük açılımınızın üzerine de gereksiz yere bu utanç perdesi düşüverdi.) Dünyada yaşanan gelişmeler
Türkiye'yi gene tüm olayların odağına getiriyor. Bir bakıma ülkenin stratejik değerini artıran ve o nedenle yarar sağladığı düşünülecek bir gelişme bu. Ancak stratejik öneminiz arttığında sorumluluğunuz da artıyor, riskleriniz de zira olayların akışı önünüze alınması gereken zor kararlar getiriyor. Rusya'nın Gürcistan'ın içlerine kadar girdiği savaşın ardından Batı ittifakı ile Rusya arasında bir tırmanma başladı. Kendi tarihinin içinden şekillenen refleksleriyle
Rusya dosta düşmana artık itilip kakılmayacağını, Kafkaslar'da söz hakkı istediğini gösterdi.
Mücadele alanı 'Karadeniz' Bu şekilde hem Kosova'nın, hem
NATO genişlemesinin, hem füze kalkanının cevabını vermiş oldu. Aynı zamanda ABD'nin enerji havzası ve enerji nakil hatları üzerinde tam kontrole sahip olma arzusunu da sekteye uğratabileceğini hissettirdi. Savaşın ardından Rusya'da toplumun gururunun okşandığına şüphe yok. Ancak
Moskova bu hamlesiyle, hele 'Rus vatandaşlarını koruyorum' iddiasıyla uzun vadede kendisini çok sıkıntıya sokacak bir iş de yapmış oldu. ABD ve Batı ittifakı buna bir karşılık verecektir. Bush yönetiminin bu krizi de kötü yönetmiş olması gelecekle ilgili bir ölçü sayılamaz. Bundan sonra
ABD ile Rusya arasındaki güç mücadelesinin ana alanı Karadeniz olacaktır. Bu da
Türkiye'ye yönelik Karadenizle ilgili Amerikan taleplerinin yeniden ve daha büyük bir baskıyla gündeme gelmesi demektir.
Türkiye kendisini ittifak ilişkilerinden kaynaklanan taleplerle büyük ekonomik ve siyasi çıkarlar paylaştığı Rusya arasında denge kurmak zorunda bulacaktır. Rusya devlet başkanı ve başbakanının başbakan Erdoğan'a hemen randevu vermelerini Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu'nun cazibesinden çok
Türkiye'nin duruşuna verdikleri öneme yormak daha doğru olur.
Türkiye Montrö antlaşmasını her surette korumak isteyecektir. Buna ABD'li şahinlerin ters bakacağına şüphe yok. Dolayısıyla Ankara mayınlı bir tarlada hareket etmek ve yaratıcı önerilerle ve siyasetlerle ortaya çıkmak zorunda. Bunların başında da Ermenistan ile ilişkiler gelmelidir.
Yayın tarihi: 21 Ağustos 2008, Perşembe
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/08/21//haber,03DBBB1CBBAE40BCA839D91CA3BEFDC7.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.