kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 25 Mayıs 2008, Pazar
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
Nuri Bilge Ceylan, filmlerinde çocukluğunun geçtiği Çanakkale’nin Yenice ilçesinden çok etkilendi.

Derdi izlenmek değil, Cannes Festivali

ECEVİT KILIÇ
ECEVİT KILIÇ
61. Cannes Film Festivali'nde, bu akşam açıklanacak büyük ödül için yarışan Nuri Bilge Ceylan, senelerdir bu festivalde aldığı övgülerle bir dokunulmazlık zırhının ardına sığınıyor. Onu eleştirmek, sorgulamak ayıp sayılıyor.....
Nuri Bilge Ceylan, filmlerinden aşina olduğumuz gibi Çanakkale Yeniceli'dir. Ziraat mühendisi babanın İstanbul'da iş bulması nedeniyle, takvimler 26 Ocak 1959 gününü gösterirken Bakırköy'de doğar. Nuri Bilge'nin doğumundan iki yıl sonra baba, doğup büyüdüğü topraklara yani Yenice'ye dönme kararı alır. Marmara'nın ormanlarla kaplı bu kasabasına geri dönmek en çok, içine kapanık, az konuşan bir çocuk olan Nuri Bilge'yi sevindirir. Çünkü günün tamamını evin dışında, kasabanın sokaklarında geçirecektir. Kasabanın geçmişiyle ilgili hikâyeler onu her zaman büyüler. Kendi deyimiyle "Her şeyin efsanelerle anlatıldığı kültür, hayal gücünü zenginleştirir." Yenice'de lise olmadığı için, ailenin kasaba macerası abla Emine'nin ortaokulu bitmesiyle sona erer. Aile yeniden İstanbul'a taşınır, küçük, şirin bir çatı katına yerleşir. İstanbul'da hayat o kadar da kolay değildir. Durmadan tüten soba, pantolonların yamandığı, ayakkabılara pençe atıldığı, yeni elbiselere hasret kalındığı günler... Ancak bu hayat yoksulluktan değil, Ceylan'ın da dediği gibi tüketim kültürünü bilmediklerinden böyledir. Yenice'nin kasvetli koyu yeşil ormanlarındaki maceralı oyunların yerini, İstanbul sokaklarında futbol alır. Bir de langırt tutkusu. Lise yıllarında aklında sadece mühendislik okumak vardır. O zaman çok yaygın olan mektup arkadaşlarından biri sayesinde Avrupa yollarına düşer, otostop yaparak Hollanda'yı, İsveç'i ve Avrupa'nın kederli ve görkemli kentlerini dolaşır.

FOTOĞRAF TUTKUSU
Dönüşünde Boğaziçi Üniversitesi Elektrik Bölümü'ne girer. Sonradan mühendisliğin kendisine göre olmadığını fark eder ama Boğaziçi Üniversitesi'nin Robert Kolej'den gelen binaları tam ona göredir. Kütüphanenin, müzik arşivlerinin ve özellikle fotoğrafçılık ve dağcılık kulüplerinin en etkin üyesidir. Uzak durduğu tek kulüp sinemadır. Okul harçlığını da okulda çektiği vesikalık fotoğraflardan çıkarır. Fotoğrafla olan yakınlığı, babası Mehmet Emin Ceylan'dan gelmektedir. Ziraat mühendisi Mehmet Bey, burslu olarak Amerika'ya gittiğinde bir fotoğraf makinesiyle döner ve Nuri Bilge de ilk fotoğraflarını bu makineyle çeker. Fotoğraf tutkusu yüzünden okulu ancak sekiz yılda bitirebilir. Ama asıl sorun okulun bitişiyle başlar. "Bundan sonra ne iş yapacağım?" Bu sorudan sıkılınca da soluğu yeniden Avrupa'da alır. İngiltere'de uzun süre garsonluk yapar. Sonra okuduğu bir seyahat kitabından etkilenerek yeniden yola düşer ve Avrupalı gezginlerin Kabesi sayılan Katmandu'da bulur kendisini. Türkiye'ye dönmeye karar verdiğinde parası da bitmiştir. Çok sevdiği fotoğraf makinesini satmak zorunda kalır. Türkiye'ye döner dönmez askerlik yapmaya karar verir. Mamak'ta askerlik günleri başlar. Hayatının geri kalanını şekillendirecek kararı da burada verir: Sinema... Askerlik boyunca sinemayla ilgili bütün teknik kitapları okur, üzerinde çalışır. Sinemayı okulda öğrenmeyi tercih eder. Mimar Sinan Üniversitesi'ne de ancak iki yıl devam eder çünkü 'sinemanın okulla değil kişinin kendisinde bittiğini' keşfeder. Sinemaya, yönetmen Mehmet Eryılmaz'ın yanında oyuncu olarak başlar. Oyunculuğu çok sevmesine karşın teknik aşamalarla daha çok ilgilenir. Sonra da rol aldığı filmin kamerasını satın alır, "Motor," diyerek yönetmenliğe ilk adımını atar ve Koza (1995) filmini çeker. Oyuncular anne ve babasıdır. Yarısını tek başına diğer yarısını ise bir asistanın yardımıyla çektiği bu kısa filmle Cannes Film Festivali'ne katılma başarısını gösterir. İki yıl sonra ilk uzun metrajlı filmi olan Kasaba çekilir. Otobiyografik nitelikli bu filmde 1970'li yıllarda Yenice'de üç kuşağı bünyesinde barındıran ve doğayla birlikte yaşayan ailenin hayatı çocuklarının gözünde anlatılır. Oyuncular arasında yine annesi ve babası yer alır. Kasaba, Berlin Film Festivali'nde gösterilir. Üçüncü filmi Mayıs Sıkıntısı'dır. Koza ve Kasaba ile bir üçlemeyi tamamlar.

DOKUNULMAZLIK ZIRHI
Nuri Bilge Ceylan asıl başarıyı Uzak (2002) ile yakaladı. Film, 56. Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'den sonra festivalin ikinci önemli ödülü olan Büyük Jüri Ödülü'nü kazandı. Filmde yalnız ve yabancılaşmış iki kuzeni oynayan filmin başrol oyuncuları Muzaffer Özdemir ve Mehmet Emin Toprak da "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü aldı. Ancak, Mehmet Emin Toprak, festivalden bir süre önce yani ödülünü alamadan trafik kazasında yaşamını yitirdi. Ceylan'ın beşinci filmi İklimler de 2006'da yine Cannes'da yarıştı. Bu filmin oyuncularından biri eşi Ebru Ceylan'dı. Ceylan bu yıl yine, yeni filmi Üç Maymun'la Cannes'da. Üstelik "Altın Palmiye" için yarışıyor. Başrol oyuncularından biri türkücü Yavuz Bingöl. Gazetelerde yer alan haberlere bakılırsa film, özellikle yabancı eleştirmenlerden bolca övgü alıyor. Zaten Nuri Bilge Ceylan'ın yeni bir filmi tamamlaması da Cannes Festivali sayesinde duyuluyor. Cannes'da ödül almış olmak Nuri Bilge Ceylan'a büyük bir dokunulmazlık zırhı da sağlıyor, eleştirmek, sorgulamak ayıp sayılıyor. Örneğin aynı filmde profesyonel kadın oyuncu alabildiğine sert bir seks sahnesinde Nuri Bilge Ceylan'a eşlik ederken, eşi Ebru Ceylan'ın yer aldığı yatak sahnelerinde neredeyse 'tırnağının ucunun görünmemesi' Türkiye'ye özgü bir 'şark taassubu' olarak geçip gidiyor. Minimalist sinemanın alabildiğine sıkıcı ve pek de orijinal kabul edilmeyecek örnekleri, vızıldayarak dakikalarca uçan sinekler falan da aynı entelektüel dokunulmazlığın hudutlarına dahil oluveriyor. Oysa Ceylan'ın sinemasında Batılı değerlere yaslanan 'memleketinden kopuk' entelektüel duyarlılıktan, Batı'nın hala 'Oryantalist' bir resmin parçası, adeta ebedi bir 'taşra' olarak gördüğü Türkiye'de 'taşrayı' anlatmaktan daha önemli sorunlar da var. Örneğin 12 Eylül... Tamam, kimse o sıkıcı, zaman zaman kaba işçi-köylü eksenli 'sosyalist gerçekçi' sanatı, duvara asılan çorapları, onların sahiplerini savunmuyor... Ama cuntayı, baskı gören, işkence edilen insanları, onların yerle bir olan hayatlarını, günlük hayata sinen korkuyu görmezlikten gelen 'sanatı' ve onun uzantılarını ne yapacağız? 12 Eylül ruhu sadece Anayasa'nın generalleri koruyan o meşhur geçici 15. maddesinde mi yaşıyor? Yoksa 80'li yıllar bütün hızıyla sürerken, pıtrak gibi büyüyen fotoğraf kulüplerinde de olup biten bir şeyler var mı? Post modern 'işleriyle' kısa filmlerle ödüle doymayan arkadaşlar, aranızdan bir Miguel Littin ve Şili'de İllegal öyküsü çıkmadan gerçekten sanata, sinemaya, fotoğrafa sahip olabilecek miyiz? Yıllar önce Yılmaz Güney'i 12 Eylül cuntası yüzünden Cannes'da, sol yumruğu havada ağırlayan 'jüri', şimdi politikadan alabildiğine arınmış, yumrukları asla havalanmayan sanatçılarımızı ödüle boğarken fazlasıyla 'Batılı' davranmıyor mu? Ne dersiniz?
Haberin fotoğrafları