Asıl bela Kürtler'in 'Türk' sorunu
Hazret-i Ali; çevresindekilerin 'Muaviye ve yandaşları kafirdir' sözlerine müdahale eder ve düzeltir: -Hayır, onlar bize isyan etmiş kardeşlerimizdir! Bu yüce insanın sünnetine sarılarak bugün bendeniz de 'Bir kısmı bize kan kustursa da Kürtler kardeşimizdir' diyorum ki: Bir buçuk kabul içeren bu yargıyı açalım: -Bir kısım Kürtler'in, kesinlikle dış destekli 'kalkışma' sonucu Kürt olan ve olmayan pek çok insanımıza kan kusturdukları tartışılmaz. (Süreçte devletin bazı birimlerince yer yer insanlık dışı uygulamaların yapılması da Kürt ayrılıkçılığını azdıran bir ihanettir.) Bu, 'tam' olan yargı.. Buçuk olanı da kardeşlik.. Buçuk, çünkü buna samimiyetle inanmış Kürt ile Kürt olmayan vatandaşların sayısı meçhuldür. Peki, bir avuç insanımızın yürekten, büyük çoğunluğun ise karşılıklı takiye gereği bolca başvurduğu 'kardeşlik söylemi'nden ileri, üstüne yarınlar inşa edilebilecek hakiki bir iç barış dinamiği var mıdır? Ne kadar iyimser olursak olalım; iki açmaz yüzünden bu soruya kuvvetli bir 'evet' cevabı vermek imkansız! Birinci açmaz, Batı'nın ve Kürt aydınlarının ısrarla 'Kürt sorunu' dedikleri mesele hakkında Türkiye Cumhuriyeti'nin devlet sayılmaya hak verdirecek ölçekte politikalar üretecek hali olmamasıdır. Bu yapı, derin bir teşhis koyamaz ve 'mahrem' unsurlar gerektirecek hiçbir çözüm programı uygulayamaz. Çünkü; bin birinci kere kaydedeyim ki, bu yapı halen kurumların ve birimlerin birbirlerine güvensizliği üzerine oturmaktadır. Bu, oligarşik bir yönetim bile değildir. Tabii 'oligarşik' kelimesini Temel'in diliyle 'oole garişuk' diye tercüme edersek bir şey diyemem. Öyleyse ülkemizin doğusunda ve güneydoğusundaki ayrılıkçı iradeye karşı henüz resmi bir çözüm girişimi ihtimal bile değildir. Hükümetlerin alacağı ekonomik ve sosyal tedbirlerle AB üyelik sürecinin getireceği siyasi ve hukuki dönüşümler ayrılıkçı iradeyi tasfiye edemez. Aksine bunlar, isteklerini söke söke aldığına ve almaya devam ettiğine inanan ayrılıkçının talepleri artırabilecektir. Birinci açmazımız bu yapıdır. İkinci açmaz ise, Kürt kökenli aydın ve siyasetçilerimizin 1921 Anayasa'sına atıfta bulunarak dolaylı veya açık yollardan bugünkü Türkiye'yi Valon-Flaman ikili yapısı üzerine kurulu Belçika'ya dönüştürmekte ısrar etmeleridir. Bu demektir ki: -Ben Kürt olarak Türkiye'de bir ulus oluşturuyorum. Öteki ulus da Türkler'dir. Öyleyse bu ülke Kürtler'le Türkler'in ortak ülkesidir. 1921 Anayasası böyle der! O zaman ne oluyor? Türk kelimesi aynen Kürt kelimesi gibi sadece belli bir kesimi tanımlayan etnik isim oluyor. Böylece Kürtler ve Türkler dışında kendini etnik köken itibariyle Çerkez, Abaza, Çeçen, Zaza, Arnavut, Laz, Gürcü olarak ayrı hisseden kişiler de yok sayılmaktadır. İşin püf noktası; vatandaşlık belirten ad olarak Türk kelimesini reddetmektir. -Ben Kürt olarak Türk adından nefret ediyorum da ondan! Evet, yıllar içinde yüz binlerce Kürt, Türk kelimesinden ve Türk olarak gördüğü kişilerden nefret eder hale getirildi. Tabii ki bunun bütün vebali dış kışkırtıcıların ve Kürtler'in değil.. Ortak bin türlü hata sonucu özellikle okumuş Kürtler'de 'Türk ile hesaplaşma' dürtüsü bir ülküye dönüştü.. Ortada sadece 'Kürt ile Türk'ün farklılığı' düzeyinde bir 'millet bilinci oluşturma' mücadelesi yoktur. Yüzlerce yıllık bir 'Kürt esareti' ve Türk mezalimi efsanesi ile nesiller yetiştirilmiştir: -Kürtler'in Mezopotamya'da binlerce yıllık bir uygarlıkları vardı; Milat'tan önce çeşitli imparatorluklar, arkasından Araplar, sonunda da Türkler yurtlarımızı işgal ettiler.. Kürt aydını 50 yıldır yaygın ve etkin biçimde genç insanına bu tarihi belletti! Böylece son ve en yakın işgalci düşman Türk oldu. Şu an yüz binlerce Kürt gencinin içine sinmiş Türk nefretinin mayası bu tarih tezidir. Açıktır ki, Kürt aydınları ve siyasetçileri katkı sunmadıkça böyle bir nefreti yenmeye imkan yoktur. Oysa bu nefretin sürmesi gerektiğine inanan Kürt aydını ve siyasetçisi, -kanımca- aksini düşünenden daha fazladır. Bu da demektir ki savaşçı irade hala barışçı iradeye baskındır. Atatürk'ten sonra devletin bunlara yönelik doğru veya yanlış hiçbir öngörüsü olmamıştır, şimdi de çözümcü idraki yoktur. O zaman barış nasıl olacaktır? Savaşçı Kürt önderliği hala can pazarına sunabileceği milyonluk bir genç insan kaynağına sahip bulunduğuna inanırken, üstelik bu kaynak gittikçe büyürken 'barış iradesi'nden söz etmek, sakın benim gibi 'kardeşlik' hayali kuranların avuntusundan ibaret olmasın? Kütahya'da çini işinden Çin işine!..
Kütahya deyince akla çini gelir değil mi? Artık öyle değil maalesef. Şimdi bir de Çin işi geliyor akıllara. Çünkü yol üzerinde kurulu irili ufaklı dükkanların kapısına; "Ne alırsan 500 Bin-1 Milyon" diye yazan afişler asıp, daha yukarılara da kocaman harflerle Kütahya Seramiği diye ilan hazırlayıp müşteriyi "çapariye" getiriyorlar. Bir bu kalmıştı!.. Gerçek ustalar ve marka üreticileri durumdan ziyadesiyle huzursuz. "Bu bizim dünyaya takdim edecekken, ihanete uğrayarak perişan edeceğimiz bir değer olarak kalacak yakında" diyorlar. Sahiden de Çin Mallarını Kütahya seramiği ya da çinisi diye satmak yanlış geldi bana. Ucuz mal pahalı mıdır? Çünkü her aklı başında insan gibi 'hediyelik eşya' olarak yurda gümrüksüz sokulan; bu nedenle hem kalitesiz hem denetimsiz hem de elbette ucuz olan Çin malları yörenin en büyük gelir kaynağını kurutur diye düşünüyorum. Yani bu ucuzluk uzun vadede pahalıya patlar bize. Tarihten bu yana Hazır Kütahya'ya gelmişken şu ünlü çiniler üzerine bir araştırma yaptım. Bol bol görüntü çektim. Bakın nasıl meşakkatli ama hoş bir yolculuğu var Kütahya çinisinin. Seramik yapımı Kütahya'da Frigler'le başlamış meğer. Ve tee Bizans Devri sonuna kadar da sürekli gelişmiş durmuş. 100 yılı aşkın bir süre Selçuklular'la Bizanslılar arasında tampon bölge olarak kalan kentte Bizans ve Selçuklu sanatının özellikleri sarmaş dolaş olmuş hallerde yansımış seramikçiliğe elbet. Yatır, türbe, evliya İnanç turizminin bilgisi sağlam rehberleri o yüzden 1314 tarihli Vacidiye Medresesi'ndeki Abdülvacit Efendi'nin sandukasına götürüp oradaki çinileri gösterir turistlere. Sırf o mu, hayır. 1428 tarihli Yakup Bey Türbesi'nde ilk Osmanlı Devri renkli sırlı çini tuğlaları kullanılmış mesela. İşte orası da uğrak yerlerinden biri gelen gidenin. Çini deyip geçme aga!.. Çinicilikte kullanılan hammaddelerin adları çok hoş; Kırklar Toprağı, Gri Bilecik Kili, Maya, Çamaşır Kili, Çakmak Taşı. Ustalar diyor ki; "Savaş kardeş bu hammaddelerin belli oranlarda karıştırılmasıyla Çark, Döküm ve Pres diye adlandırılan üç tür harman hazırlarız biz. Çark harmanında; düz duvar tabağı, vazo, saksı ve şekerlik, döküm harmanında; biblo, bardak, tabak ve küllük, pres harmanında; düz ya da desenli duvar plakaları yaparız ki dünyada boyumuzla ölçüşen olamaz." Ben de sordum "Peki de; nasıl edersiniz bu zenaatı?" dediğimde yanıt şöyle geliyor; "Ocaklardan gelen hammaddeleri önce öğütürüz. Çakmak taşı ile bir değirmende kuru olarak karıştırırız. Plastik hammaddelerle harman yapar havuzlarda 1-2 gün bekletiriz. Sonra da elek ya da bezden geçirip 20-25 gün dinlendiririz. Harman olan Plastik olmayan hammaddeler de vardır. Bunları da kaynatıp süzüp harmana ekleriz. Dinlendirilmiş harman, kapalı suyu alındıktan sonra alçı kalıplara dökülür ya da eski fırın plakaları üzerine yayılır. Böylece, harmanın bileşimindeki su oranı ile plastik maddelerin bileşimindeki su oranı eşitlenir. İşte işin püf noktası buralardadır. Çünkü bunların kıvamı bunların sırrı Kütahya ustalarının belleğindedir. Bitmeyen bir işlem Daha sonra kurutma, plakalar püskürtme, diğer ürünleri daldırma, ateşhane ve pişirmeden geçirme aşamaları da vardır da laf çok uzar anlatırsak. Ama ille de Ateşhane bölümünde sırçanın pişirildiği yerdeki "Göz penceresini" söylemeliyiz. Çünkü esas kontrol oralarda olur. 11-14 saatte 800-950 dereceye ulaşır ki öff öff.. Haksızlar mı yani? Eh şimdi gelin de bozuk atmayın "500 bin'lik-1 milyonluk mallar var" yaygarasıyla yola dizilmiş Çin işi dandik malzemeye. Gerçek Kütahyalılar sitem etmekte, kızmakta haklı değiller mi ne dersiniz?..
|