kapat
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
Okur Temsilcisi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
15 Ekim 2008, Çarşamba
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Çocuk Kulübü Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar
 
24 Saat
24 Saat
MEHMET BARLAS
BAŞYAZI

Sorun "Siyasi çözüm mü yoksa askeri çözüm mü" noktasında değil ki...

Yıllar önce Asil Nadir Türkiye'de basın dünyasına patron olarak girme kararı almıştı.
Hatırlanacağı gibi 1980'lerin sonunda başlayan süreçte, Günaydın ve Güneş gibi gazeteleri satın da aldı. Hatta Turgut Özal'ın "Sonunda 2.5 gazete kalacak" şeklindeki söylemi ile Asil Nadir'in girişimlerini vurgulamak istediği de yorumlandı.
Pek çok gazeteci ile görüştüğü gibi, Asil Nadir benimle de görüştü.
Bu görüşmenin sonunda bana şöyle dediğini hatırlıyorum:
- Daha önce konuştuğum bazı meslektaşlarınıza oranla, siz beni daha iyi anladınız...
Asil Nadir'in kendisi bu "Anlamak " kavramını mecazi anlamda kullanmıştı. Ama ben bunun somut bir "Anlaşılmak " sorunu olduğunu gözlemlemiştim.
Çünkü İngiltere'de yerleşip büyüyen bu Kıbrıs'lı işadamı, Türkçe konuşurken de kelimelerin en az yarısını İngilizce olanlardan seçiyordu. Neticede İngilizce bilmeyen bir Türk gazetecinin, Asil Nadir'i tam olarak anlaması pek kolay değildi.
Ama Asil Nadir bunun da farkında değildi ve zor anlaşılmasını kullandığı dilde aramıyordu.

Anlamak ve algılamak
Bu "Dil farkı" gerçekten anlamayı ve anlaşılmayı zorlaştırır.
Örneğin dillerini bilmedikleri yabancı turistlerle konuşan satıcılara dikkat edin.
Bunlar Türkçe kelimeleri yüksek sesle söyledikleri veya devrik cümle yaptıkları zaman, bunun yabancılar tarafından da anlaşılacağını düşünürler.
Bazıları da yabancı dil bilmenin insanı kültürlü yapacağına inanır.
Her sözü mizah konusu olan bir eski politikacı-yöneticinin İngiltere ziyaretinde, refakatindeki Milli Eğitim Bakanına, " Bak burada çocuklar bile İngilizce konuşuyor" dediği anlatılırdı.
Türkiye'nin sosyo-politik ve kronikleşmiş sorunları ise, farklı görüş sahipleri ve değişik toplum kesimleri tarafından tartışılırken kullanılan kelimeler, "Dil farkı"nı değil de "Algılama farkı"nı yansıtmakta.
Dünkü AK Parti Grup toplantısında konuşan Başbakan Erdoğan'ın bu noktayı gözlemlediği şu sözlerinden anlaşılıyordu:
- Aktütün ve Diyarbakır'da bu ülkenin kardeşliğine kastedildi. Ancak burada bizim ilk yenmemiz gereken düşman öfkemiz olmalı. Terör örgütü benim polisime ve askerime 'düşman' gözüyle bakıyor. Biz onlara 'suçlu' gözüyle bakıyoruz. Demokrasi ve hukukun gereği bu. Düşmanca bakış ile istenen ise ortada. Terörün hedefi milletle devletin arasını açmak. Biz devlet millet nasıl olur bunu göstereceğiz.

Düşman mı, suçlu mu?
Başbakanın doğru gözlemlediği gibi Güneydoğu'da birbirlerine "Düşman" ve "Suçlu" gözüyle bakan taraflar karşı karşıya.
Burada birinci öncelikli mesele, tüm bölge insanlarının da teröristlere "Suçlu" gözüyle bakmalarını mümkün kılacak ortamın gerçekleştirilmesidir.
Bu noktada da "Algılama sorunları" devreye giriyor.
Dünkü Zaman'da Herkül Millas konuya şöyle yaklaşmıştı:
- 'Siyasi çözüm mü-asker çözüm mü' tartışması yanıltıcıdır, çünkü bu sıfatlar temel anlaşmazlığı ve açmazı gizlemekte, dikkati başka tarafa çekmekte. Sanki sorunun ne olduğunda anlaşmışız, sanki taraflar aynı paradigmanın sözcüleriymiş, aynı kaygıyı yaşayıp aynı amacı güdüyormuş da, yalnız pratik ve teknik bir konuda anlaşamıyormuş gibi tartışıyoruz.
Herkül Millas'ın bu soruna verdiği somut örnekler ise şöyleydi:
- Toplumsal bir olayın ne olduğu, sanıldığı gibi olaya bakarak, olayı inceleyerek anlaşılmaz. Gördüğümüzü 'anlamamız' ancak belli algılama referansına göre olur. Yani algılama biçiminiz 'anlamayı' belirler. Algılama referanslarımızın bilincinde değilsek anlamamız da sınırlı olacak.

Kavga biter mi?
- Sıradan bir örnek yardımcı olabilir. Bizi sürekli rahatsız eden yaramaz çocuk sorununa karşı ne yapacağız? Bu sorunun yanıtı, 'yaramaz çocuktan' bizim ne anladığımıza bağlı. Ortaçağda yaşıyor ve çocuğun içine kötü ruhların sindiğine inanıyorsak çocuğu ateşe atar 'kurtarırız', dayağın cennetten çıktığına inanıyorsak yapacağımız çocuğu bir güzel dövmektir, davranış psikolojisine inanıyorsak çocuğa caydırmaca/ödüllendirme yöntemleri uygularız, çocuğun karakterini annesinin büyütme biçimine yoruyorsak çocuğu rahat bırakır, annesini ele alırız, vb. Yani farklı yaklaşımlar doğrudan bizim algılamamızdan kaynaklanıyor.
- Bir an için ismini saptayamadığımız olayı bir yana bırakıp, sorunu çözmeye çalışan aktörlere bakalım. Bunlar aynı dünya görüşünü, aynı tarihsel referansları, aynı ideolojiyi paylaşmıyorlar. Dolayısıyla gördüklerini de farklı algılıyorlar. Yalnız temel bir iki aktörü söz konusu ederek daha somut olarak söylersek tablo şöyledir: Birileri ulusal paradigmaya inanarak etnik bir sorun görüyor. Bunlar Türk ve Kürt milliyetçileridir. Kimileri de ulusal paradigmaya inanmayarak etnik bir sorun görüyor. Bunlar da ulusal paradigmaya gönülden bağlı olmayan herkestir. Avrupalısı dahil.
- Kavga birinciler arasındadır ve bunlar arasında kavganın sürmemesi olanaksızdır. Çünkü inançları yüzünden uzlaşmaları, gönül rahatlığına erişip güvenli ve hoşnut hissedip barışçı yolu seçmeleri çok güç. Güçtür çünkü milliyetçi paradigmaları bunu gerektiriyor.