"Anna Karenina, Tolstoy'un en iyi romanıdırş Evlilik, aşk, bağlılık gibi konuları büyük bir toplumsal çerçeve içinde değerlendirmiştirş Yani Tolstoy kendi zamanına ne yaptıysa ben de çağıma onu yaptım, diyebilirim..."
"Konu aşksa; bilmek başka, yazmak başka! Ben başka türlü bir şey yapıyorum; bir an nasıl yandığını göstermiyorum, sevgilisini göremeyen insanların o acıları nasıl çektiğini kanırta kanırta, satır satır anlatmaya çalışıyorum..."
Eminim herkes sayısız kez aşk romanı okumuştur... Peki, Nobel ödüllü bir yazarın gözüyle aşkı okumak? Hararetle tavsiye ediyorum; böyle yıkıcı, böyle sarsıcı, böyle tutkulu, böyle detaycı, hatta böyle takıntılısını şimdiye kadar okumadım. Sebep Nobel mi? Elbette değil;
Orhan Pamuk aşktan söz edecek olgunluğa ve hayat deneyimine daha yeni vardığı için. 'Yok artık!' demeyin; kendisi yapıyor bu itirafı, ben değil. Bu duyguyu, bu duygunun gücünü şu saate kadar çok iyi bilmediğinden mi peki? Hayır; sıradan, bayağı, ucuz şeyler yazmamak için... Her 'romancıyım' diyenin oturup altı ayda aşk romanı yazdığı bu memlekette
Orhan Pamuk resmen 'aşk romanı öyle değil böyle yazılır' demiş! Evine kapanıp yazı yazmamış sadece; Füsun'un eşyalarını biriktiren, o eşyalarla sevgilisinin hatırasına müze açan 'esas oğlan' Kemal'in bu işi layıkıyla yapabilmesi için yurtdışında müze müze dolaşmış. 10 yıl boyunca o aşkı kafasının içinde yaşamış, gittiği her yere de götürmüş. Kitaptaki Kemal'in sevgilisine olan bütün dikkati aslında
Orhan Pamuk'un dikkati! Her şeyi bir kenara bırakın, olay bu açıdan bile muazzam! Kitap için geri sayım başladığında, ki bu yaklaşık iki-üç ay önceye tekabül ediyor, dayanamayıp, mail atmıştım; "Röportaj yapalım," diye... Yazdığı satırlardan güldüğünü sezmiştim; "Daha çok erken Şirin Hanım!" Ve o gün geldiiii... Kitap piyasaya çıkmadan okuyan şanslı azınlıktan sayılırım herhalde. Röportaja gitmeden okumam şarttı ve üç gün vardı! Merakla çevirdim sayfaları; sinirlendim, tırnaklarımı kemirdim, inanamadım, çok özendim, 'Yok artık,' dedim, 'Böyle âşık olan bir adam var mıdır?' diye düşündüm, bir sonraki sayfa için sabırsızlandım, yemedim, içmedim ama üç gecede 592 sayfayı yalayıp yuttum. Sadece görev aşkından mı? Hayır, 'Bu aşkın sonu nedir?' merakından! Son satırı okuduğumda ise 'Vay be' dedim, kapağı öyle kapattım. Durun bitmedi! Bu röportaj için başka neler yapmadım ki! Güzide foto muhabirimiz Erkan'a
Masumiyet Müzesi kitabının kapağındaki pembe Buick'ten arattırdım. Onu bulamadı ama kitapta geçen Chevrolet'nin benzerini bulmayı başardı. Pamuk'un evinin önüne çektik, poz vermesini istedik. Kırmadı, dakikalarca poz verdi ama o 'klasik'in içine asla oturmadı, o ayrı!
Masumiyet Müzesi hakkında bilmek istediğiniz pek çok ayrıntı tekmili birden bu röportajda. Baktınız doymuyorsunuz, daha fazla detay yarın SABAH'ta. Keyifli okumalar...
- Masumiyet Müzesi'yle ilk defa aşkı bir romanınızın tam merkezine yerleştiriyor, açıkça ve hiçbir şeyden çekinmeden konuya giriyorsunuz. Aşk önceki romanlarınızda bu kadar önemli değildi...
- Evet, ilk kitaplarımda çekingendim.
Benim Adım Kırmızı'da,
Kar'da yavaş yavaş konunun önemini kavradım...
- Ama Benim Adım Kırmızı'da ve Kar'da aşk, erkek kahramanlarınızın evlenme, herkes gibi bir aile ve hayat kurma isteklerinin bir parçası yalnızca. Kara Kitap'ta bile Galip, Rüya'yı eski mutlu karı-koca hayatına geri dönmek için arıyordu. Masumiyet Müzesi'nde ise aşk yıkıcı, sürükleyici, karşı çıkılmaz bir kuvvet. Aşkın önemini yeni mi anladınız?
- 'Aşktan doğrudan söz edecek olgunluğa, hayat deneyimine yeni vardım' demek daha doğru. İnsan tabii bu duygunun gücünü her zaman biliyor. Ama bunları söylerken, sizinle aşk konusunda bir röportaj yaparken bile sıradan, ucuz, hatta bayağı şeyler söyleme endişesi taşıyorum. Roman yazarken de, yıllarca bu endişeyi taşıdım.
Masumiyet Müzesi'nin konusu
Benim Adım Kırmızı'yı bitirirken aklımda vardı ama konunun kafamda olgunlaşmasını bekledim. Yaşadığım âlemin ruhuna
Kar'da siyaset üzerinden,
Kara Kitap'ta İstanbul ve tarihi üzerinden,
Benim Adım Kırmızı'da resim sanatı üzerinden bakmıştım. Şimdi aynı âlemi bir de aşkı merkeze alarak yazmak istiyordum. Ama bu kitabı yazmaya bir türlü de cesaret edemiyordum. 10 yıl kitabı düşündüm, ona hazırlık yaptım, yazması da beş yıl sürdü.
- Gecikmiş olmaktan pişman mısınız?
-
Masumiyet Müzesi'ni bundan 20 yıl önce yazamazdım. Üstelik kitapta hikâye ettiğim şeyleri 30 yıldır biliyorum. Ama bir konuyu, hele o konu aşk ise, bilmek başka, yazmak başka... Romanın kalbindeki 'bekâret' konusu mesela... Herkes gibi daha ortaokul öğrencisiyken ben bu konuyu sarsılarak ve utanarak öğrenmiştim. Sonra 1970'lerde 10-15 yıl her genç gibi bu konuda pek çok hikâye, dedikodu, olay işittim, öğrendim. Ama böyle tabularla, yasaklarla korunan ama aslında çok can yakıcı ve utanç verici bir konuda, dengeli bir şekilde, işin insani yanını olgunlukla görmeye çalışarak yazmak zor.
- Şimdi tecrübe sahibisiniz, aşk konusunda dengeli konuşabileceğinize inanıyorsunuz yani!
- Bir roman yazarken elbette...
- Sizin aşk konusunda bize öğreteceğiniz en önemli şey nedir o zaman?
- Filmlerden, şarkılardan, yerli ve yabancı popüler kültürden farklı olarak, bu konuda daha sakin olmaya çalıştım ben. Aşkı yüce, kutsal bir duygu olarak ele almak istemedim. Belki öyle bir duygu ama onu anlamak daha önemli.
Masumiyet Müzesi'nin başlangıç noktası 'Ah aşk! Sen ne yüce, ne sihirli, ne harika bir şeysin' gibi bir düşünce değil...
- Peki, hiç böyle düşünmüyor musunuz? Zaman zaman Kemal'in, Füsun'a duyduğu şeye çok saygı duyduğunuzu hissettim...
- Evet. Anlamak bu saygıyı da gerektiriyor. Ama benim ilk isteğim anlamak: 'Âşık olunca bize ne oluyor?' İşte asıl soru bu.
- Peki söyleyin o zaman, ne oluyor?
- Aşk dediğimiz şeyi toplumsal bir olay olarak yaşıyoruz. İlk karşılaşma, tanışma, yakınlaşma, asılma, tavlama, naz yapma, takılma, cinsel istek vs. vs. Bütün bunları kahramanlarımızın başından geçirirken, aklım onların başından geçeni anlamakta, kendimi onların yerine koyabilmekteydi. Roman ile bir hafif müzik parçasının farkı budur! Öte yandan aşk yaşarken onu anlamak zor. Genel eğilim hep şiirsel olma yönündedir...
- Kahramanınız Kemal sürüklenip gidiyor hep...
- Kemal'in, aşk yüzünden başına gelenleri anlaması yıllar alıyor. Bence aşkın temel, en yaygın insani özelliği, insanın ağacı, ağaçları görüp ormanı hiç görememesi, fark edememesi. Bir de aşk acısı kıskançlık, reddedilme gibi şeyler var ki... Bunlar ölümden beter...
- Bütün bu acıları, bölüm bölüm, neredeyse zevk alarak anlatmışsınız.
- Bu acılara iyice battığımız zaman gerçeğin bütününü göremiyor olmak bence en çarpıcı şey...
- Ama Kemal adım adım Füsun'a duyduğu şeyi bize anlatıyor; çözümlüyor. Sık sık "Onu artık bir daha hiç görmeyeceğim," diyor. Birkaç gün sonra yeniden onun kapısını çalıyor. Kendi durumunun farkında...
- Kendi durumunu yıllar sonra fark ediyor ve âşık olunca başına gelenleri yıllar sonra anlatabiliyor. Âşık insanın en hüzünlü yanının bu olduğunu düşünüyorum. Aşk acısını yatıştırmak için yaptıklarının, aslında acıyı ve aşkı azaltmayacağını, daha da çoğaltacağını bilmesine rağmen, gene de bir umut ve saflıkla daha sonra utanacağı, yanlış bulacağı pek çok şeyi yapar âşık. Bu yanlışlar ve bu yüzden çekilen utanç ve aşağılanma da aşkın bir parçası olur. Yaşadığımız aşkın şiddetini, derinliğini bu utançlar da artırıyor veya hafifletiyor. Aşk hikâyesinin yalnızca iki kişi arasında değil, her zaman toplumun, üçüncü kişilerinin gözleri önünde geçtiğinin bir kanıtıdır bu! 'Başkaları ne der!' endişesi aşkı yaşayışımızın ayrılmaz bir parçası. Kahramanım Kemal, sekiz yıl boyunca, yalnızca Füsun'u elde etmek için uğraşmıyor; pek çok utanç, aşağılanma ve gurur kırıklığıyla da uğraşıyor.
- Siz böyle bir aşk yaşadınız mı hiç?
- Konuyu bilen pek çok kişi bana bunu o kadar çok sordu ki... Bu soruyu da kitabın sonunda bir yere koydum ve cevapladım.
- Şu anda hayatınızda kimse var mı peki?
- Bu konulara girmem (gülüyor).
HİKAYE BENİMDİR! Orhan Pamuk: "Kitapta anlattığım gibi aşklara çok tanıklık ettim ama 'Bu kitapta filancayla falanca arasında yaşanan şeyi yazdım' diyemem. En sonunda bu hikâye benimdir! Kar romanında anlattığım toplumsal kadın intiharları bir gazete haberine dayanıyordu mesela, ama burada öyle bir şey yok..."