kapat
30.12.2001
 SON DAKİKA
 EDİTÖR
 YAZARLAR
 HABER İNDEKS
banner
 EKONOMİ
 FİNANS
 MARKET
 TÜRKİYE
 DÜNYA
 POLİTİKA
 SPOR
 GALOP
 MAGAZİN
 SAĞLIK
 KAMPÜS
 İSTANBUL
 NET YORUM
 HYDEPARK
 ANKETLER
 ŞAMDAN
 GOOOOL
 DİYET
 TATLILAR
 SAMANYOLU
 CİNSELLİK
 TELE ŞAMDAN
 PAZAR SABAH
 MELODİ
 ASTROLOJİ
 SARI SAYFA
 METEO
 TRAFİK
 ŞANS&OYUN
 ACİL TEL
 KÜNYE
 WEB REKLAM
 ARŞİV
 

Spor olsun diye!

Saatlerce kan ter içinde yürüyüp hiçbir yere varamamak. Spor kulüpleri için böyle düşünüyorsam niye birine üye oldum?
Spor yapacaksınız, dedi doktor.Acıklı acıklı yüzüne baktım."İki de bir belim, boynum, dizlerim ağrıyor diye bana gelmeyin. Hasta değilsiniz. Spor yapmanız lazım."

"Ben hayatımda hiç spor yapmadım" diye tısladım, hayat prensiplerimden birini açıklıyormuşum gibi. "Ben hayatımda rüşvet almadım", "Ömrümde kimsenin arkasından konuşmadım", "Asla kalemimi satmadım" dramatikliğinde...

"Artık başlayacaksınız" diye kestirip attı doktor.

Doktorlar bilimadamıdır ve gerçekten de hepimizin sefil mesleklerinin üstünde bir işle uğraştıklarından yaptıklarınızı eleştirme, sizi paylama, hayatınıza kimsenin koyamayacağı kurallar koyma ve bir de üstüne para alma hakkına sahip tek meslek grubudurlar.

Çünkü sağlık konu olduğunda akan sular durur... Aynı sebepten, spor yapmaya karar verdim.

ENTELEKTÜELLER NİYE SPORTİF OLMAZ?
Oysa sporla, zeka ve entelektüellik arasında ters orantı olduğuna inananlardandım hep.

Amerikan filmlerinin stereotiplerinden etkilenmiştim belki: Zayıf, gözlüklü, entelektüel çocuk, uzun boylu, geniş omuzlu, okulun rugby takımının iriyarı, salak kaptanına karşı.

Ama o zaman neden dünyanın kültürel açıdan en zengin şehirlerinden biri olan New York'da bütün insanlar zayıf, solgun ve hımbıldı da, tam öyle bir New York'lu olan Woody Allen'ın dediği gibi "Tek kültürel avantajı kırmızı ışıkta sağa dönebilmek olan Los Angeles", bir kas, geniş omuz, spor salonları, plaj voleybolu ve yanık ten cennetiydi?

New York'ta da spor kulüpleri vardı şüphesiz. 72. Cadde'yle Broadway'in köşesindeki yer mesela. Bütün yürüme bantlarının yüzleri caddeye bakan cama dayanmıştı ve dışarıdan görülebiliyorlardı. Özellikle akşam saatlerinde Manhattan'ın en yoğun metro istasyonlarından biri dolup boşalırken, insanlar evlerine, restoranlara, caz kulüplerine, şiir okuma seanslarına, sinemalara, tiyatrolara, sevgililerine koşarken, spor salonundakiler, ter içinde, oflaya puflaya, saatlerce yürüyüp hiçbir yere varamıyorlardı! Hayatı kaçırmanın daha yorucu bir yolu olabilir mi?

Özellikle bu spor salonlarına sinir oluyordum. Basketbol oynarken, yüzerken, bisiklete binerken, golf topuna doğru yürürken, eğlenen, keyif alan insanlar çoktu. Ama yürüme bandında gülümseyen, ağırlık kaldırırken kahkaha atan, kürek aletinde cıvıldayan kimseyle karşılaşmamıştım. Uçak yemeği, mutfak kültürü için neyse, bu kulüpler de spor için öyle bir şeydi. Kompakt, dar, çabuk, heyecansız, tatsız ve sahte.

Neden gürbüz, kırmızı yanaklı, kaslı bir entelektüel tanımıyordum? Entelejansiya spora yeteneksiz olduğu için mi kendini okumaya verip, entelejansiya oluyordu? Yoksa spor yapmak, insanı sığlaştırıyor muydu?

O nefret ettiğim kulüplerden birine üye oldum.

SPOR HAYATIM BAŞLADI, RAKİPLERİM KORKSUN!
"Ne giyeceksin?"

(En sportif arkadaşlarım, 'Sex and the City kızları'yla öğlen yemeğindeyim. Çok alışveriş yaptıkları, geceleri çıktıkları ve bekar oldukları için onlara 'Sex and the City kızları' diyorum. Her akşam iş çıkışı aynı spor salonuna gidiyorlar. Hepsinin çok kaslı kolları, yanık vücutları var ve somonlu salata yiyerek yaşıyorlar.)

Tek spor kıyafetimin 80'li yıllarda aldığım siyah tayt ve mayo olduğunu anlattım. Aerobik yeni çıkmıştı. Ben de bir kez denemiştim.

Sex and the City'ler dehşete kapıldılar! Sosyetik isimler, Chanel'in spor ayakkabıları, DKNY eşofmanlar, jimnastik mayolarının demodeliği uyarıları havada uçuştu. Derken spordan önce kuaföre giden, makyaj yapan, dolayısıyla spor yaparken terlememeye çalışan kadınlarla dalga geçmeye başladılar. Anladığım kadarıyla süsü püsü abartmamak, ama şık olmak, hafif bir makyaj yapmak ama saçın fönlü olmaması esastı. Bıçak sırtı bir denge yani!

Uzun zaman aradıktan sonra askılı bir üst ve düşük belli bir eşofman altına karar kıldım ve spora başlamak gibi mühim bir konuda ikinci bir doktordan görüş almadığıma yanarak kulübe gittim.

Müzik, bakışlar, nanemsi bir koku. Bir de kalabalık. Üfff. Gelecek haftalarda neyi kaç kere kaldıracağıma, hiçbir yere varamadan kaç dakika yürümek zorunda olacağıma karar verecek insanla tanıştım: Çalıştırıcımla. "Önce durumunuza bir bakalım" diye gülümsedi bembeyaz dişleriyle, o ve kasları. Beni yürüme bandına çıkarıp, kondisyonumu ölçmek için bir program verdi. 20 dakika sonra perişan haldeydim. Çalıştırıcım ve kasları koşar adım gelip, makineye bakarak aynı donuk gülümseyişle sonucu açıkladılar: "Rezalet, hahaha"!

-Nesi rezalet?

-"Poor" çıktınız.

-İyi ya işte, bir de "Very poor" var. Demek en kötüsü değilim. Ayrıca ben hayatımda hiç spor yapmadım.

-Belli, hahaha!

-Nereden belli?

-Kollarınızdan.

-Ne var kollarımda?

-Çırpı gibi. Hahaha.

-Bundan sonra vereceğiniz programda aklınızda olsun. Kollarım böyle kalacak! Çırpı gibi.

-Hahaha

-Komiklik olsun diye söylemiyorum. Kas yapmak istemiyorum.

-Niye spora başlıyorsunuz o zaman?

-Doktor söyledi.

-Yaş kaç?

-29, peki 30.

-Haa anladım, hahaha.

-Neyi anladınız?

-Yaşlanma panikleri! Onun için spora başlanıyor! Hahaha.

Öyle bir bakış atmışım ki, çalıştırıcımın gülümsemesi ilk defa söndü ve dişleri görünmez oldu. Bana karın egzersizleri verip, yüzüme bakmadan kaçarcasına uzaklaştı.

Diğer insanların aksine karın kaslarımın olmadığını, onbeş dakika yerde kıvranıp, sadece üç mekik çekerek nefes nefese kaldıktan sonra anladım. Bu tıbbi tespitimi kime söylesem bana inanmayacaktı. Giyinip bir daha dönmemek üzere çıktım.

Dışarıda insanlar sinemalara, restoranlara, arkadaşlarına, partilere gidiyorlardı. Sevinçle aralarına karıştım.

Şimdi yogaya başlıyorum! Haftaya onu da yazarım...

SADECE İSTANBUL'DA
Christmas in Tahtakale Arkadaşları, renkli bir kedi merdivenini burnuna doğru sallayıp gülüyorlar: "Davut, olum bah bunu da tah, bunu da"! Davut'un üzerinde kırmızı Noel Baba kostümü, kafada kukuleta. Kaldırıma oturmuş. Ya da, Türk usulü "çömmüş". Takma sakalını çenesinin altına indirmiş, dirsekler dizlerin üstünde, sigara içiyor.

Yer: Tahtakale. Davut da yeryüzünün en bezgin Noel Baba'sı.

Kedi merdivenini görmezlikten gelip, uzaklara bakar gibi yapıp "Çık" diyor. Arkadaşlar ısrarlı: "Niye olum, yahışır!"

Davut, Amerika'da, takma göbekler, yüzlerinde makyaj, ellerinde çanlarla, alışveriş merkezlerinde saati 20 dolardan çalışan, "Ho ho ho" diye bağırıp, çocuklarla ilgilenen tiyatro öğrencisi Noel Baba'lara benzemiyor. Bir kere kavruk, dudaklarının kenarında hep bir sigara var ve arkadaşlarının nezdinde karizmayı darmadağın ettiği için sinirli!

Ancak Noel Baba'nın vatanının Davut'un memleketine daha yakın bir bölgede olması, onu daha otantik bir Noel Baba yapmaz mı diye de düşünüyorum.

Nişantaşı-Akmerkez yılbaşı kalabalığı bu yıl Tahtakale'ye taşınmış. Sudan ucuz çamlar, yılbaşı süsleri, paket kağıtları, kapanın elinde kalıyor. İnternetten hızlı çalışan tek yayın organı olan fısıltı gazetesi öyle işlemiş ki Etiler-Nişantaşı-Boğaz üçgeninin "beyaz halkı" burada. Birilerini ezerken, ellerini kollarını doldururken, "Fiş almazsam ne kadar?" derken ve Tahtakale'de olmanın rahatlığıyla bakımsız durumdayken tanıdıklara yakalananların hali görmeye değer. Elizabeth Kubler Ross'un "Ölüm ve Ölmek Üzerine" kitabındaki, öleceğini öğrenen insanların sırasıyla verdiği 5 tepki gibi:

* Red etmek: "Yok yav, onlar değildir!"

* Kızgınlık: "Tam sırasıydı!"

* Pazarlık: "Şöyle uzaktan el sallayıp geçsem."

* Depresyon: "Halimize bak. Kriz yüzünden kepaze oluyoruz."

* Kabullenme: "Aman, gördü beni zaten, gidip konuşayım bari."

-Ay, görmedim kalabalıktan.

-Yaa, ben de ilk defa geldim, çok anlattılar da, meraktan şeyettim.

-Ben daha da ilk defa geldim. Tahtakale burasıymış meğer.

Sonra bir sır kardeşliği:

-Ayol Akmerkez'deki çamlar burada 5 milyon!

-Sorma. Bak neler buldum...

"Sosyete" Tahtakale'ye uyunca, Tahtakale de değişmiş. Davut'ların tezgahtarlık-hamallık-kasiyerlik-çaycılık işlerinin üzerine, bir de Noel Baba sorumluluğu binmesinin sebebi bu. Dolayısıyla otantik Noel Baba'lar Tahtakale'nin yeni müşterilerine gıcıklar!

Bu çam ağaçlı, "Merry Christmas"lı, Jingle Bells'i söyleyen oyuncaklarla dolu ve her yılkinden daha hareketli "Tahtakale yeni yılı"na uyum sağlamış, mutlu Tahtakaleli'ler de var. Kucakladığım yılbaşı süslerinin parasını ödemek için kuyrukta beklerken, kalabalığı zevkle seyreden dükkan sahibi amca hem çayını içiyor hem mırıldanıyor: "Çıngıl bels, çıngıl bels, çıngıl çıngıl bels"!

Bir kelimesini bile uydurmuyorum!

Tahtakale Christmas'ını görmek için son gününüz!



<< Geri dön Yazıcıya yolla Favorilere Ekle Ana Sayfa Yap

Copyright © 2001, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır