|
Gözlerinde dünyalar gizleyen genç
|
|
Türkiye'de mirasa konmadan, loto veya piyango vurmadan genç yaşında trilyoner olan kaç kişi var? Peki o gencecik yaşında kazandığı trilyonların hepsini eğitim ve kültüre yatıran kaç kişi var? Sadece Oğuz Özerden.
Benim için her şeyden önce ve sahip olduğu her şeyinden önce, bir çift göz o... Bakmasını bilirseniz, biliyorsanız; - Onun gözlerinde bir Çin porseleninin insanın yüreğini ağzına getiren kırılganlığını ama aynı zamanda çifte su verilmiş çeliğin şimşek mavisi kararlılığını görebilirsiniz. - Onun gözlerinde dipsiz kuyular kadar derin bir hüznün gölgeleriyle ama aynı zamanda henüz keşfedilmemiş galaksiler kadar sonsuz yaşama sevincinin pırıltılarıyla boğulabilirsiniz. - O bir çift gözde Hazreti İbrahim'e indirilen koyunun masumluğunun ama aynı zamanda Anadolu'da her kış ağıllara ve sürülere dadanan kurtların çaresizlikten kaynaklanan acımasızlığının kader ortaklığıyla karşılaşabilirsiniz. - O gözlerde Tibet'in dünyadan kopuk zirvelerindeki bir Budist manastırı rahibinin ruhani cömertliği ile Bill Gates başta olmak üzere yeni ekonominin tüm devlerini genç yaşlarında zirvelere taşıyan ihtiras arasındaki bitmek bilmeyen mücadeleye bir anlığına bile olsa tanıklık edebilirsiniz. Uzun sözün kısası gözlerinde barındırdığı tüm çelişkilerle, karşıt güçlerle Araf'ta durup veya donup kalmış biri. Benim için ise bir kardeş. Kan bağımız yok ama onlardan da öte, fersah fersah öte bir kardeş. Oğuz Özerden'den söz ediyorum. Kimilerinin -ki toplumda küçümsenmeyecek bir kesimi oluşturuyorlargenç yaşta hayatının sonuna kadar yetecek zenginliğe kavuşmasını kıskandıkları, kimilerinin -ki onlar da son dönemde toplumda yaygaralarıyla dikkatleri toplamayı başardılarsaçma sapan komplo teorilerinin aktörleri jeneriğinde üst sıralara koydukları, kimilerinin de -ki son dönemde AB'nin can acıtan sürecine bağlı olarak sayıları bir hayli arttıüniversitesinin özgün öğretimi ve Türkiye'nin derin yaralarına el atan konferanslara ev sahipliği yapması nedeniyle diş bileyip bir gün o eski günler geri gelecek olursa hesap sorulacaklar listesine adını kırmızı mürekkeplerle yazdıkları Oğuz Özerden'den...
ZENGİN VE ÖZGÜR Bilgi Üniversitesi'nin kurucusu ve Mütevelli Heyeti Başkanı, 30'lu yaşlarının başında -tanrı korusun çok büyük bir yıkım olmazsa- yaşamının sonuna kadar her türlü maddi kaygıyı, tasayı aşacak bir zenginliğe, daha doğrusu özgürlüğe, bileğinden çok aklının gücüyle ulaşmayı başaran Oğuz Özerden'den. Ve -ki bence en önemlisi o- İstanbul'a, Türkiye'ye, Avrupa Birliği'nin tüm ülkelerini kıskandıracak bir kültür kültür ve sanat sitesi kazandırmak (Silahtarağa Elektrik Santralı'nı 24 saat yaşayan bir kültür ve müze mekanına dönüştürmek) için gecesini gündüzüne katan Oğuz Özerden'den. Buraya kadar süslüpüslü cümlelerle idare ettik. Ya sonra? Galiba en iyisi bir zamanlar bir TV kanalında büyük ilgi gören "Nereden başlasam nasıl anlatsam" programının yöntemine dört elle sarılıp, filmi en başına sarmak... Yeni Asır gazetesi 1986'nın sonlarına doğru bir ilan verdi. Ama gazetelerin küçük ilanlar sayfalarının "eleman aranıyor" sütunlarına sıkıştırılmış birkaç sözcükten oluşan bir metin değil. Tam tersine günümüzün insan kaynakları ilanlarının ilk başarılı örnekleri arasında gösterebilecek at nalı büyüklüğünde bir çağrı. Üstelik de İngilizce! Şöyle deniyordu: "2000'li yılların yöneticisi olmak ister misiniz? 2000'li yılların başında bir gazeteyi (o sıralar medya kavramı pek bilinmiyordu) yönetmeye var mısınız?" Yeni Asır, İzmir'de yayınlanıyordu ama ilan İstanbul basınına verildi. Türkiye genelinde cevap alınmasını, ülkenin her yerinden başvuru yapılmasını sağlamak için. Öyle deliler gibi olmasa da 50'ye yakın başvuru geldiğini anımsıyorum. Aralarında o da vardı ve CV'sinde (yani şimdi özgeçmiş diye geçiştirilen Curriculum Vitae'sinde) şu bilgiler sıralanıyordu: "1963 Çankırı doğumlu. TED Ankara Koleji (1974-1980). İstanbul Atatürk Erkek Lisesi (1980-1981). Lisans: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü (1982-1986). İyi derecede İngilizce."
ŞANSI UÇAKTA YAKALADI Hiçbir ipucu vermeyen, sayısız gençte bulabileceğiniz özellikler ve diplomalar. Her başvuran gibi o da "mülakat"a çağrıldı. Ama şans meleği ona kaderini değiştirecek sürprizi, bir yurtiçi uçak yolculuğunda Yeni Asır'ın o dönemdeki Genel Yayın Müdürü Şevket Özçelik'le yan yana düşürerek yaptı. Uzatmayalım; Yeni Asır'ın 2000'li yılların yöneticisini aradığı ilanın yayınlanmasından iki ay kadar sonra bir sabah işe geldiğimde, yazı işleri salonunda, ufak tefek, kıvırcık siyah saçlı bir genci bir iskemlede otururken buldum. Ayaklarının dibinde de hiç kuşkusuz birkaç parça iç çamaşırı ile gerekli diğer ıvır-zıvır bulunan bir çanta. "Ben Oğuz Özerden" dedi, "Bugün işbaşı yapabileceğim haberini aldım, geldim." Tabii, 2000'lerin başında gazetenin başına geçmek niyetiyle geldiğini söylemedi. İma bile etmedi. Dış haberler servisinde işe başladı. Benim de yıllarımı verip piştiğim serviste. Ayrıca -ne işe yaradığını, ne iş yaptığını bugün bile anlamadığımyayın kurulunda ona da yer verdik. O gencecik yaşına rağmen evliydi Oğuz ama arkeolog olan, onun ifadesiyle "Yerin yedi kat altında çalışan" eşi Lale Özerden, eski Yunan ve Roma mezarlarından ayrı kalmaya razı olmadığı için, İzmir'e tek başına gelmişti. Karşıyaka'da (söylemesi ayıp olmazsa İzmir'e bağlı ama İzmir'den ayrı olduğumuzu göstermek, alt kimliğimizi vurgulamak için otomobil plakamız 35,5'tur) bir daire tuttu. Beraber gidip geliyorduk artık. Vapurla. Hafta sonlarında evinde düzenlediği, bazen alt kat komşularının süpürge saplarıyla tavana vurmalarına yol açan partileri -gazete içinde- dillere destan oldu. Müzik, içki, dans, geceyarılarına kadar kahkaha. Bugün onun desteklediği "Açık Radyo"nun himayesindeki "Babylone"un minyatürü ve elbette amatörcesi. 2000'lerin yöneticisi olmak için gelmişti Oğuz gazeteye ama iki yıla kalmadan sıkılıverdi. Ya da İzmir ona dar gelmeye başladı. Haksız da sayılmazdı. Hayatın yavaş aktığı, emekliler ordusunun çalışanların sayısını geçtiği İzmir hırslı gençlerin gözünde bir fil mezarlığından başka bir şey değildi. Hele Oğuz gibi dünyaları fethetme iddiasını taşıyanlar için. Öyle bir kentte bırakın Yeni Asır'ın 2000'lerdeki yöneticisi olmayı, vali olsanız ne yazardı. 2000'lerin başında Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina bu kalıpları kırmaya başlayacaktı ama onun da vakitsiz ölümü İzmir'i yeniden eski günlerine döndürecekti. Yani kış uykusuna.) Yine uzatmayalım. Oğuz 1988'in sonlarına doğru istifasını verdi. - Neden Oğuz? - İngiltere'de burs kazandım. Cambridge Üniversitesi'nde yüksek lisans yapacağım. Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde. - Sonra? - Bakalım gelecek neler gösterecek? Gitti. Master konusu neydi dersiniz? "Sovyet ve Doğu Bloku ülkelerindeki değişimlerde İngiliz medyasının tavrı!" Ama Türkiye'ye dönünce medyada çalışma idealini hala koruyordu. O nedenle "Babıali'nin en iyi yayın yönetmeni" olmak için gerekli donanımları edinmek amacıyla, bir de London School Economics'te doktora yapmaya başladı. Konusu : "Gelişmekte olan ülkelerde yeni teknolojiler." Hayatının akışını asıl değiştiren de bu tez konusu olacaktı. Oğuz'un Londra'da iki okul arasında koşuşturduğu günlerde, Sabah'ın Londra temsilcisi Aydın Bilgin (10 yıl sonra grubu temellerinden sarsacak krizde, İsa'nın Yahuda'sı misyonunu üstlenecekti), Yeni Asır'ın genel müdürlüğüne getirildi.
LONDRA TEMSİLCİSİ Doğrusu Sabah o dönemde Türkiye'den Londra'ya temsilci atayacak lükse sahip değildi, akıllara Oğuz geldi; hazır orada, işte birkaç saatini ayırıp İngiliz basınından özet çeviriler gönderiversin, buradan gidecek ekabirin de otel rezervasyonlarıyla ilgileniversin... Oğuz da memnundu, ne de olsa Türkiye'nin ikinci büyük gazetesinin Londra temsilcisi oluyordu. Az buz imkan mı? O temsilcilik ona İngiltere'nin tüm gazete ve dergilerinin kapılarını açtı. İngiliz medyasının en üst düzey kadrolarıyla tanıştı. Doktora konusunun kapsamına giren şirketlerin yöneticileriyle de. O şirketlerden biri de "Odiotex" adını taşıyordu. Telefon ağıyla bilgi iletişimi yapıyordu. İngiltere'nin yanı sıra 25 ülkede faaliyet gösteriyordu. Oğuz şirkete de işe de bayılmıştı. Neredeyse ikinci adresi olmuştu. Her gün oradaydı. Gönüllü danışmanlık yapıyordu. Sonunda onlara Türkiye'de de iş yapmayı kabul ettirdi. Ortak bir şirket kuracaklardı. Ve Oğuz'un ifadesiyle, "O andan itibaren hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı." Bilin bakalım bu anlaşmadan ne doğdu? Alo Bilgi. Yani o ünlü 900'lü hatlar. Yine Oğuz'un anlatımıyla, "Telefonda bilgi vermek." - Nasıl bir bilgi yani? - Tam bilgi de denemez, enformasyon. Daha doğrusu hafif bilgi. Bir bölümü gerçekten faydalıydı: Hukuk, sağlık gibi alanlarda pratik bilgiler. Sonra halkın eğilimleri doğrultusunda yarışmalara, oyunlara ve Türk halkının çok ciddiye aldığı konu olan astrolojiye ağırlık verdik. - Ya daha sonra? - Penthouse dergisi, hafifmeşrep, şey erotik hatlar için ısrarlı tekliflerde bulunmaya başladı. Direndim, "Başımız derde girecek" dedim ama rakiplerimiz zaten bunu yapıyorlardı ve iş elden gidebilirdi. Nihayetinde bir aylık Penthouse macerasından sonra Alo Bilgi kapandı. Ama o bir ay, Oğuz'un en çok (kimilerine göre eşek yüküyle) para kazandığı dönem olacaktı.
GAZİNO PATRONU GİBİ Bir kez daha kendi ifadesiyle, Oğuz o günlerde "Gazino patronu" gibi bir şey olmuştu. Ne kadar ünlü sanatçı varsa kadrosundaydı: Leman Sam'dan İlyas Salman'a, Kayahan'dan Nilüfer'e, Coşkun Sabah'tan Aşkın Nur Yengi'ye, Nilüfer'den Metin Akpınar-Zeki Alasya'ya, Hülya Avşar'dan Emrah'a, Yonca Evcimik'ten Yıldız Kenter'e kadar. İçlerinden Alo Bilgi'den kazandıklarıyla uçak alanlar bile çıktı. Oğuz ise parasını kutsal bir alanda değerlendirdi: Eğitim. 1993'te "Bilgi Eğitim AŞ" adlı bir şirket kurdu. O şirket de iki İngiliz üniversitesinin desteğiyle "İstanbul School of International"ı (ISIS). Uzaktan eğitim vermeyi amaçlayan bir okuldu. Öğrenciler üniversite hazırlık ve birinci sınıf derslerini okuyacak, daha sonra eğitimlerini İngiltere'de tamamlayacaklardı. London School of Economics'te veya University of Portsmouth'ta. Basında ona hemen "Korsan üniversite" yakıştırması yapıldı. Oğuz "İyi de oldu" diyecekti yıllar sonra, "Bu sayede yasa değiştirilip vakıf üniversitelerinin yolu açıldı." Böylece 1996'da Bilgi Üniversitesi doğdu. Oğuz bugün 4 fakülte, lisans, lisansüstü, önlisans öğretimi verilen 48 bölüm ve programa sahip, iki kampüslü (Kuştepe ve Dolapdere), 81'i yabancı (33 ülkeden) 9 bin 23 öğrencisi (1.900'ü tam burslu, yani ücretsiz öğrenimin yanı sıra harçlık da alıyorlar) bulunan, 620 öğretim elemanının ders verdiği (aralarında ülkemizin en ünlü bilim insanları da bulunuyor) Türkiye'nin en kaliteli üniversitelerinden birinin başında. Sahiplerinden biri ve Mütevelli Heyeti Başkanı olarak. Ama o hala 20 yıl önce tanıdığım Oğuz. Fiziği aynı. Giyim kuşamı aynı (Onu çok seyrek ceket-pantolonlu görebilirsiniz. Takım elbiseli-kravatlı ise asla göremezsiniz. Hep ayağında kot, üstünde mont var) Dünya görüşü, ilkeleri de aynı: "Ben işadamı değilim. Öğretim üyesi olmak istiyordum. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ndeki asistanlık sınavını kazanamadım. Benim istediğim o görevi elde eden arkadaş şimdi 'İyi ki kazanamamışsın' diyor. Belki de öyle. Felsefi olarak başarılı veya zengin olmak için yola çıkılmaz. Bir şey olmak için değil, var olmak için uğraşmalı. Zengin veya başarılı olmak için yola çıkmak, aslında insanın kendisine karşı sahtekarlığından başka bir şey değil." Bilgi Üniversitesi'ne ben de bayılıyorum. O kadar ki, bu yaşımda yeniden öğrenciliğe heveslenip, orada İngilizce dersleri almaya başladım. Kafeteryasına oturup gençlerle sohbet etmek, konferanslarını izlemek, seminerlerine katılmak, kütüphanesinde kitap karıştırmak, olağanüstü, tarifi imkansız bir duygu. Ah unutmadan; Bilgi Üniversitesi ayrıca Türkiye'nin en kaliteli yayınevleri arasında.) Ve Oğuz'u çok ama çok seviyorum. Hem bir başka gezegenden gelmiş birinin saflığını hem de küreselleşmenin bu dünyanın acımasız çarkının dişlileri arasında yoğrulmuş çelik sinirleri, aynı kişide bir arada bulmak kolay mı? Ve de o çelişkilere rağmen özünü koruyabilen birini? Bir cümleyle özetlemek gerekirse, Antoine de Saint Exupery'nin "Küçük Prens"inin küreselleşme sürecinde dünyaya inmiş ve gezegenine dönmesini sağlayacak uzay aracını yitirmiş versiyonu o...
|