|
|
|
|
|
Tarihin akışını değiştiren kadınlar
|
|
ABD'de bu ay iki efsane kadın hayata veda etti. Rosa Parks ve Vivian Malone Jones. Biri otobüs, diğeri ise üniversite direnişiyle, ırk ayrımcılığının kilitlerini havaya uçurmuşlardı.
Tarihin akışını değiştiren 'Hayır'
ABD'de bu ay iki efsane kadın hayata veda etti. Rosa Parks ve Vivian Malone Jones. Biri otobüs, diğeri ise üniversite direnişiyle, ırk ayrımcılığının kilitlerini havaya uçurmuşlardı.
"Bayan Parks'ın tutuklanması, protestonun nedeninden çok hızlandırıcı etkeni oldu. Neden, benzer adaletsizlikler dizisinin derinlerinde yatıyordu. Bardağın eninde sonunda taşacağını ve insan kişiliğimizin 'Yeter! Buna daha fazla dayanamam' diyeceğini fark edemeyen biri, bayan Parks'ın eylemini anlayamaz." (Martin Luther King'in "Stride Toward Freedom", yani "Özgürlüğe Doğru Uzun Adımlar" kitabından)
"Rosa Parks'ın cesareti her birimizin daha iyi, daha adil bir dünya yaratmaya katkı gücüne sahip olduğumuzu kanıtlıyor. O kadın tüm ırkçılık karşıtları için alçakgönüllülüğün, kararlılığın ve kardeşliğin simgesi olarak kalacak." (Irkçılıkla mücadele eden "SOS Racisme" örgütünün bildirisi)
"Hayatınızda gün gelir, aileniz, topluluğunuz için ortaya atılmak zorunluluğuyla karşı karşıya kalırsınız. İşte o koşullar için kendinizi hazırlamak zorundasınız. 'Yeter' deme cesareti göstermek, kapıları zorlamak, gerekirse havaya uçurmak için..." (Vivian Malone Jones'un ilk siyah mezunu olduğu Alabama Üniversitesi'nde 2000 Ağustos'unda yaptığı konuşmadan)
Onlar beyaz adamın kararmış vicdanına düşen iki ak lekeydi. İki kar tanesi. Ya da kayaları eriten iki damla gözyaşı. İki kadın. Birinin adı Rosa Parks'tı, diğerinin Vivian Malone Jones. Peş peşe bu dünyadan ayrıldılar. İki hafta arayla. Sessiz sedasız. Görevini yapmış olanların vicdan huzuruyla. Ve de tarihin akışını değiştirmenin onuruyla... Jones 11 Ekim'de. Parks ise 25 Ekim'de. İlki 63 yaşındaydı, ikincisi 92. İkisi de Alabama'dandı. ABD'nin ırkçılar ırkçısı eyaletinden. İlki eğitim kurumlarında, özellikle üniversitede ırk ayrımının kaldırılmasını sağlamıştı. Diğeri ise toplu ulaşım araçlarında. Daha sonra da toplumsal yaşamın tüm alanlarında. İkisi de "ABD'nin ulusal hazineleri" arasında gösteriliyordu. Hatta dünyanın. İlk kez bu pazar, iki portre çizeceğiz. Ama biz onları tek portrenin iki parçası olarak görüyoruz. Biri sağ yarısı, diğeri de sol. İki parçanın birleşmesiyle ya da kavuşmasıyla, önce ABD üç yüz yıllık utancını aştı. Ardından da Güney Afrika'dan şimdi Zimbabwe diye bilinen Rodezya'ya kadar Kara Kıta'nın ırk ayrımcısı bir avuç Beyaz'ın acımasız diktatörlüğünde kıvranan ülkeleri. Uzun sözün kısası, Parks ile Jones, insanlık onurunu kurtardılar. Aslında her şey tek sözcükle başladı: "Hayır!" 1955 Aralık'ının ilk günüydü. Alabama'nın merkezi Montgomery'de bir hipermarketin konfeksiyon bölümünde terzi olarak çalışan 42 yaşındaki Rosa Lee Parks (gençkızlık soyadı McCauley), akşam iş çıkışı yorgun argın evine dönüyordu. Bir özel şirketin işletmekte olduğu belediye otobüsüne bindi. O yıllarda otobüslerin önü yalnızca beyazlara ayrılmıştı. Siyahlara ise arkadaki koltuksuz, yani ayakta yolculuk edebilecekleri sahanlık. İkisinin arasında da "karma" bir bölüm bulunuyordu. Ancak ön bölüm doluysa ve beyazlar ayakta kalmışsa, siyah yolcular o ara koltuklardaki yerlerini onlara vermek zorundaydı. O kadarla da kalmıyordu aşağılama. Siyah yolcu önden otobüse binip şoföre ücreti veriyor, sonra inip arka kapıdan araca atlıyordu. Gerçekten atlıyordu. Daha doğrusu atlamak zorunda kalıyordu. Çünkü sürücülerin çoğu ücreti aldıktan sonra siyah yolcunun binip-binmediğine aldırmadan hareket ediyordu. Onlara da otobüsün peşinden koşup atlamak kalıyordu. Rosa Parks o yorgun akşamında siyahlara ayrılmış koltukların en önüne oturdu. Yanındaki üç koltuğa üç siyah daha. Otobüste o sırada 36 yolcu vardı. 14 beyaz, 22 siyah. Birkaç durak sonra ön koltuklar dolup birkaç beyaz yolcu ayakta kalınca, şoför, Parks ve yanındakilerden her zamanki gibi emreden bir tonda yerlerini boşaltmalarını istedi. Üç siyah emre uydu. Üçü de erkekti. Ama Parks başına dikilen beyaz yolcuya rağmen kıpırdamadı bile. Şoför bir daha uyardı. Yine omuz silkti, "Kusura bakmayın" dedi son derece sakin ve yumuşak bir tonda, "ayakta gidemeyecek kadar yorgunum." Şoför afalladı. Gerçi meslek hayatında mırın- kırın eden siyah yolcularla karşılaşmıştı ama hiç bu kadar ileri giden olmamıştı. Haksız da sayılmazdı; çünkü o olaydan 7 yıl önce, 1948'de Başkan Harry Truman silahlı kuvvetlerde ırk ayrımcılığına son vereceğini vaat edince ve de Senatör Hubert Humprey ırkların eşitliğini savunan bir konuşma yapınca Alabama sokaklara dökülmüştü. Demokrat Parti'nin başkan adayının belirleneceği kurultayı Alabama delegeleri terk etmişti. Mississippi delegeleriyle birlikte. Oysa Alabama -o dönem- Demokrat Parti'nin kalesiydi. En az yüz yıldır... Şoförün aklına tek çare geldi: Silahını çekmek (toplu ulaşım araçlarının sürücüleri silahlıydı) sonra da polis çağırmak. Parks tutuklandı. Zaten o da onu istiyordu. (Çünkü Rosa Parks'ın "Yorgunum kalkamam" gerekçesi sadece bahaneydi. Böyle bir eyleme fizyolojik ve psikolojik olarak epeydir hazırlanıyordu. "National Association for the Advancement of Coloured People" (NAACP) derneğinin aktif üyesiydi. 12 yıl önce yine dolu bir otobüste şoförün emriyle yerini bir beyaza vermek zorunda kalınca Siyah Amerikalılar'ın hakları için mücadele eden bu örgüte katılmıştı. İnsan haklarının savunulması eğitimi almıştı ve NAACP üyeleri arasında kararlılığıyla kısa sürede sivrilmiş, örgütün Montgomery biriminin başına seçilmişti.
ONU ANNESİ BÜYÜTTÜ yle sıkı, kararlı militanlık için yapısı da uygundu. 4 Şubat 1913'te dünyaya gelmişti. Efendisinin çiftliğinden kaçan sonra geri dönüp tek başına kazdığı tünelden aralarında yakınlarının da bulunduğu 300'e yakın kölenin kaçmasını sağlayan Harriet Tubman adlı ilk cesur siyah kadının ölümünden bir ay sonra. Babası marangozdu, annesi öğretmen. Babasını çok küçük yaşta yitirmişti. Annesi ve anneannesi, dedesi büyütmüştü onu. Evlerinin sokağında Ku Klux Klan gövde gösterisi yaparken dedesinin elinde tüfekle nöbet tutması küçük yaşta belleğine kazınmıştı. Dahası onu bilemişti. O kadar ki, onun bir beyaz erkek çocukla dişe diş dövüştüğünü gören anneannesi, "Yavrum sen bu gidişle 20 yaşını göremeden beyazlar tarafından linç edilirsin" demişti... Uzatmayalım; Rosa Parks dört gün sonra 14 dolar para cezasına çarptırılıp salıverildi. Parks'ın gözaltında tutulduğu sırada, olayı öğrenen genç (26 yaşında) bir siyah rahip Montgomery'ye geldi. Adı Martin Luther King'ti. 40 bine ulaşan nüfusuyla Montgomery'de önemli bir topluluk oluşturan siyahların ileri gelenleriyle görüştü. Uzun tartışmalardan sonra Rosa Parks olayının bardağı taşıran damla olduğu görüşünde birleşildi. Bir cevap verilmeliydi. Böylece King'in öncülüğünde ABD tarihinin ilk sivil itaatsizlik eylemi başladı: Toplu ulaşım araçlarını boykot. Siyahlar işlerine yaya gidip geldiler, araba sahibi olanlar araçlarını seferber ettiler, taksiler otobüs bileti parasına yolcu taşıdılar. Grev 381 gün sürdü. Bir yıldan fazla. Montgomery felç oldu. Otobüs şirketi iflasın eşiğine geldi, çünkü yolcularının yüzde 75'ini siyahlar oluşturuyordu. Sonunda Federal Yüksek Mahkeme 13 Aralık 1956'da otobüslerde ırk ayrımcılığını yasakladı. Karar 20 Aralık'ta ulaştı Montgomery'ye ve ertesi gün boykot bitirildi. Ama o bu gelişmeleri biraz uzaktan izlemek zorunda kaldı. Dünyalarının başlarına yıkılmakta olduğunu gören ırkçı beyazlar Parks'ı ölümle tehdit etmeye başladılar. Hiç kimse de ona iş vermeye yanaşmayınca, berber olan eşiyle birlikte memleketini terk etmek, Detroit'e göç etmek zorunda kaldı. 1957'de. Bir daha dönmedi. 1964'te Temsilciler Meclisi'ne seçilen John Conyers'in (bugün de parlamenterliği sürüyor) danışmanı oldu, ülkeyi dolaşıp konferanslar verdi. "Sivil hakların anası" ilan edilen Parks'ın eyleminin zaferle sonuçlanmasından cesaret alan bir grup siyah genç, eyaletler arasındaki otobüslerde de ırk ayrımcılığına son vermek için bir hareket başlattı: "Freedom Ride", yani "Özgürlük yolculuğu". Birkaç gün sonra eylemcileri taşıyan bir otobüs Alabama'ya geldi. Kim karşıladı dersiniz; Ku Klux Klan üyeleri! Zorla gençleri aşağı indirip kıyasıya dövdüler, otobüsü de ateşe verdiler. Saldırganlar tutuklandı ama hiçbiri cezalandırılmadı. Rosa Parks, 1988'e kadar çalıştı. Hayli ileri yaşında (75) gelen emeklilikten sonra da kalan günlerini kendisinin ve eşinin adını taşıyan Rosa-Raymond Parks Kişisel Gelişim Enstitüsü'nde Detroit'in siyah gençlerine insan hakları mücadelesi eğitimi vererek değerlendirdi. Ve 25 Ekim'de evinde son nefesini verdi. Bir süredir bellek yitimi tedavisi görüyordu. Parks'ın 1955'te yaktığı ateş gittikçe büyüdü. 28 Ağustos 1963'te 60 bini beyaz 250 bin kişi o ünlü Washington yürüyüşüyle (Parks da katıldı) ABD'yi sarstı. Yürüyüşün son noktası olan Lincoln Anıtı önünde Martin Luther King bugün bile yürekleri titreten konuşmasını yaptı: "I have a dream." "Ben bir rüya görüyorum. Rüyamda bir gün Georgia'nın kızıl tepelerinde eski kölelerin çocuklarıyla eski köle sahiplerinin çocuklarının aynı masa etrafında kardeşçe dizilip oturduklarını görüyorum. Rüyamda 4 küçük çocuğumun bir gün renklerine göre değil, karakterlerine göre değerlendirilecekleri bir toplumda yaşadıklarını görüyorum."
IRK AYRIMINA SON Yürüyüş sonrası King'i Beyaz Saray'da ağırlayan ama üç ay sonra Kasım'ında Dallas'taki suikastte can veren Başkan John Fitzgerald Kennedy'ye nasip olamadı ırk ayrımına son vermek. Ama ertesi yıl halefi Lyndon Baines Johnson, siyahlar ile beyazların eşit haklara sahip olduklarını açıkladı: Kamusal alanlarda ırk ayrımcılığına son veren federal Sivil Haklar Yasası çıkarıldı. Onu calışma, eğitim, konut ve oy hakkıyla ilgili yasalar izledi. Martin Luther King de Nobel Barış Ödülü'nü aldı. İşte tam da o civcivli günlerde, Washington yürüyüşünden sadece üç ay kadar önce, 11 Haziran 1963'te iki siyah öğrenci Alabama Devlet Üniversitesi'nde kaydolmak istedi. Biri erkekti, James Hood; diğeri gençkız Vivian Malone. Alabama Valisi George Wallace girişimi duyunca, kanının beynine sıçradığını hissetti. Amerikan toplumunda değişmeye başlayan eğilimin aksine o inançlı ve kararlı ırk ayırımcısıydı. Hem de öyle böyle değil.. İki gencin önüne polis köpeklerini saldı. Başkan Kennedy olayı duyunca Washington'dan müdahale etti. Wallace onu da dinlemedi, "Federal hükümetin eyaletlerin eğitim politikalarında söz söylemeye ve müdahale etmeye yetkisi yok" diye diklendi. Kennedy ulusal muhafızları göndermeye kalktı, eyalet sınırlarından içeri sokmadı. Üniversite önünde halka "Ben vali kaldığım sürece buraya tek siyah genç bile adımını atamayacak" diye seslendi. Kennedy'nin tam yetkiyle gönderdiği Adalet Bakanı Yardımcısı Nicholas Katzenbach'ı "Sen bu işe karışma" diye kovmaya kalktı. Ancak bütün bu olaylar sırasında bir arabada beklemekte olan Malone ile Hood, sonunda dışarı çıktılar. Ağır adımlarla ama soğukkanlı bir şekilde üniversite kapısına yöneldiler. Gerisini Malone anlatsın: "Kapının önünde Vali Wallace ile karşı karşıya geldik. Hiç bitmeyeceğini sandığım bir süre boyunca gözlerini gözlerime dikti. Sonra da kenara çekildi. İçeri girdik." İki genç böylece Alabama Devlet Üniversitesi'nde siyah ambargosunu kırdılar. Özellikle de Malone. Çünkü Hood bir süre sonra baskılara ve gergin ortama dayanamayıp kaydını siyahların çoğunlukta olduğu Huntsville'deki üniversiteye aktardı. Oraya ancak 34 yıl sonra 1997'de doktora için dönecekti. Malone ise Alabama Devlet Üniversitesi'nden diplomalı ilk siyah olarak tarihe geçti. 1965'te mezun olduktan sonra 30 yılı aşkın süre federal Adalet Bakanlığı'nda medeni haklar uzmanı olarak görev yaptı.
"PİŞMAN MISINIZ?" Vali Wallace ise mücadelesini sürdürdü. Alabama Valiliği'ni kesintisiz 1987'ye kadar götürdü. Ayrıca1964, 1968, 1972 ve 1976'da başkanlığa adaylığını koydu. Demokrat Parti'den. Hep önseçimlerde yitirdi. Ancak her seçimde başta vatanı Alabama olmak üzere Mississippi, Teksas, Louisiane, Güney Carolina gibi güney eyaletlerinde oyların çoğunluğunu aldı. Zaten o zamana kadar Demokrat Parti'nin kaleleri sayılan bu eyaletler, ırk eşitliği yasalarından sonra öyle bir Cumhuriyetçi oldular ki anlatılacak gibi değil. Malone, 1996'da iyice yaşlı ve hasta olan Wallace'ı ziyaret etti, "Pişman mısınız" diye sordu. Wallace şu cevabı verdi: "O tarihte görevimi yaptığımı düşünüyordum. Ama bugün öyle bir durumla karşılaşsam, kesinlikle sizi engellemezdim." Malone da "Sizi affettim" diyerek vedalaştı. Evlendikten sonra Jones soyadını alan Malone bu ayın başında Atlanta'daki evinde kalp krizi geçirdi. Hastaneye kaldırıldı, ancak 11 Ekim'de son nefesini verdi. 63 yaşındaydı.
Malone'un Wallace'ı affettiği 1996'da Başkan Clinton'un elinden "Özgürlük Madalyası" nı alan Parks sivil itaatsizliğin ölümsüz kahramanı olarak tarihe geçti. Örneğin 1989'da Pekin'de Tian'anmen Meydanı'nda bir öğrencinin tek başına tanklara meydan okuması TV'den izleyen Nelson Mandela şöyle haykırdı: "Rosa Parks'a yaraşır bir direniş bu!" Malone ise 2003'te bir radyoda o günleri şöyle anlattı: "O kadar kararlı ve korkusuzdum ki, sadece Tuscaloosa'da (Alabama'nın merkezi) değil, dünyanın neresinde karşıma çıkarsa çıksın Wallace'ı çiğneyip geçerdim." Bugün ABD üniversitelerinde okuyan, başarıyla mezun olan binlerce siyah genç ise kendilerine kapıların açılmasını sağlayan kişinin 1963 Haziran'ında Wallace'ın polislerine ve köpeklerine karyı korkusuzca direnen Malone olduğunu hiç unutmuyorlar. En başta da Dışişleri Bakanı -Alabamalı- Condaleezza Rice. Yani Martin Luther King'in düşünü gerçekleştiren siyah.
|
|
|
|
|
|
|
|
|