Olmazsa Olmaz
Şans değil huzur arayanlar New York'u bir türlü sevemiyor. Bu şehrin enerjisi ve düzensizliği bazılarını bıktırıyor
Sevmek mecburiyeti yok. Zorla değil. Sevmeyen de sevmiyor buraları. New York'tan söz ediyorum. Burası, antik Truva gibi yaşarken kendi mitolojisini beceriyle yazmış bir şehir. Gölgesinde büyük ve şaşaalı işler yapmak isteyenlerin akın akın geldiği yer. İtilip kakılmak için değil, hayatı avucunuzun içine alıp gerekirse itip kakmak için gelirsiniz New York'a. Ama herkes burayı sevmek zorunda değil. Son zamanlarda ilgi alanım, şu veya bu şekilde kazara kendini New York'ta bulup bu durumdan hiç de memnun olmayanlar. Sıradan New Yorklu, ağzını şapırdata şapırdata kenti o kadar büyük iştahla yiyip yutmaya çalışır ki bu zevki tatmayanların varlığını unutursunuz. Oysa New York'ta mutsuz olan, bu şehrin enerjisi ve agresif düzeninden, lokantalar ve "trend" peşindeki hayattan bıkanlar da var.
İŞADAMLARI SEVMİYOR Herkesin çılgınca eğlendiği danslı bir partide kenarda köşede göze batmamaya çalışan tipler gibi rahatsızlıklarını büyük ölçüde kendilerine saklamaya çalışır New York düşmanları. Bir kenara çekilip "çıkış stratejisi" düşünürler. Bu kategorinin en belirgin örnekleri, bir zamanlar New York'u sevip bir anda kentle ilgili her şeyden nefret etmeye başlayanlardır. Bu durum genellikle, büyük bir ayrılık, aşk acısı ya da orta yaş krizi gibi hayatın dönüm noktalarından birine rastlar. Karısından tatsız bir şekilde ayrıldıktan sonra bir daha gelmemek üzere New York'u terk eden birini biliyorum. Bir başka arkadaşım, sevgilisinden ayrıldıktan sonra "Gerçek sevgi istiyorsan, New York'un dışına çıkacaksın" sonucuna varmıştı. Ona göre kentin enerjisi, her aşkı yiyip tüketmeye yönelik yıkıcı bir güçtü. Gerçekten de aşık olup New York'tan ayrıldı. İkinci kategori ise zaten hiçbir zaman kente alışamayanlar. Nedense bu kategoriye girenlerin çoğu, kendi seçimleriyle değil işleri gereği New York'a gelenler. Avrupalı bir diplomat tanıyorum. Bir yıldır bu şehirde ama New York'ta öyle mutsuz ki anlatılır gibi değil. Akşam 8'lere kadar işte kaldıktan sonra eve zor atıyor kendini. Geceleri arkadaşlarıyla zoraki çıkıyor. West Village'deki uzun tavanlı evi, şahane. Bizimkisi işten eve gelip birkaç bardak şarap içiyor. Sonra yalnız ya da bir arkadaşıyla buluşup evinin köşesindeki pizzacıda bir şeyler atıştırıp eve dönüyor. Evinde telefon hattı ya da kablolu yayın yok. Cep telefonunun yeterli olduğunu söylüyor. Bu genç adam varsa yoksa bundan önce görev yaptığı yeri, yani Japonya'yı sayıklıyor. "Ah, oradaki işim ne kadar iyiydi! Misyondaki iki numaralı adamdım. Evim, şoförüm, hizmetçim vardı! Ofisim o kadar büyüktü ki kendi içinde bir oturma odası bile vardı!" Tabii ki New York'ta mekanlar küçük. Üstelik burada kimse efendi değil: Wall Street'te milyonlar kazanan adam da New York Times'a yeni giren genç muhabir de ufacık dairelerde oturup aynı metro istasyonundan işe gidiyor. New York'un benim gözümdeki en önemli meziyetlerinden biri de bu "sınıfsızlık" hali. Burada efendiler yok, herkes parya. Ayrıca bu kentle ilgili en güzel metni yazan E.B. White'ın 1948'de yaptığı ve bugün hala doğru olan bir gerçek var: "Şanslı olmaya hazır olmayan kimse New York'a ayak basmamalı." Bu şehirde yaşamak için biraz şans gerekiyor. Şans için de şansa açık olmanız lazım. Ama tüm bunları diplomat dostuma anlattığımda içi daha da fena oluyor. İlle de Ortadoğu ya da Balkanlara gitmek, evine, şoförüne, oturma odalı devasa ofise kavuşmak istiyor. "Zorla mı, sevmiyorum. Ben şans değil huzur peşindeyim" diyor.
|