|
Basının iktidar olma tutkusu hiç bitmedi
|
|
Eski basın devlet bağımlısıydı, ama iktidar tutkunu değildi. Sermayenin işleri büyüdükçe, durum değişti. Basın medya olurken krizi en fazla Sabah hissetti
Türk basını, oldum olası "devlet bağımlısı"dır. Ama Türk basınının "iktidar tutkunu" olması, son yarım yüzyılın getirdiği bir gelişmedir. Osmanlı'da basını, zaten "Saray" üretti. Osmanlı'nın son döneminde ise eli silahlı İttihat ve Terakki iktidarından, işgal altındaki "Mütareke Basını"na gelindi. Cumhuriyet'in ilk döneminde, 1925'e kadar, bir çok seslilik denemesi yapılmıştır. Ama "Takrir-i Sükun"la bu sona ermiş ve 1946'da çok partili demokrasiye geçinceye kadar sürecek tek partili ve tek sesli düzen yaşanmıştır. Gazetecilerin ve yazarların ya milletvekili (mesela Falih Rıhfı Atay) ya da yasaklı (mesela Ahmet Emin Yalman) oldukları bir dönemdir bu. 1930'un başındaki Serbest Fıkra denemesi sırasında, iktidarın başyazarı Falih Rıfkı Atay "Dünyanın her ülkesindeki muhalifler alçaktır" diyerek, parti-devletin başına karşı tutumunu da açıklamıştır. Sonra çok partililikle, basın da çok sesliliğe geçiverdi. Gazeteciler, CHP'nin 1950'de biten iktidarının son döneminde de 1950-60 arasındaki DP iktidarında da cezalandırıldılar. Örneğin Mithat Yerin'in 1946-60 arasında kaç kere tutuklandığını saptamak zordur. Ya da 80'indeki Hüseyin Cahit'in, 1950'lerdeki hapishane görüntüleri, hala hatırlardadır.
44 Yıllık Deneyim Ben babamın 1950'de başlayan gazete yazarlığı ve yayıncılığı ile çocuk yaşta (1950'de 8 yaşındaydım) basın olgusunu, yaşamımın bir parçası olarak buldum. Babamın yayınladığı haftalık "Pazar Postası" ve günlük "Son Havadis"in her aşamasında bulundum. İlerinin ünlü gazetecileri olacak çok genç basın emekçilerini yakından tanıdım. Babam Cemil Sait Barlas'ın gönüllü sekreterliğini yapmaya, ortaokuldayken başladım. Makalelerini bana dikte ederdi. Kitabını (Sosyolojik Yolları ve Türkiye Gerçeği) o söyledi, ben kağıda döktüm. İlk atlatma haberim ve ilk köşe yazım, ben 18 yaşındayken Son Havadis'te yayınlandı. Yassıada duruşmalarını, Son Havadis için, Aziz Nesin'le birlikte izleyip, haber ve notlar yazdım. Orhan Kemal ve Muzaffer Buyrukçu ile şimdi herbiri birer kent boyutuna ulaşmış olan, İstanbul'un "Yeni Yerleşimleri" ni, Taşlıtarla'yı (Gaziosmanpaşa), Gültepe'yi, Kuştepe'yi dolaşıp, röportajlar yaptığım sırada 19 yaşındaydım. Ve sonra bugüne kadar uzanan, önce Cumhuriyet'te başlayıp, şimdi Sabah'ta devam eden profesyonel gazetecilik hayatı başladı. Yani 44 yıldır gazetecilik yapıyorum. Bu süreçte, basının geçirdiği aşamaları içinden yaşadım. Olaylara yön veren ve başroller oynayan her isimle, arkadaş düzeyinde beraberliğim var. Görebildiğim şu. Türk basını 1950-80 arasında, "devlet"le kavga etmedi. Ama iktidarlarla, büyük kavgalar yapıldı. "Devlet" dediğimiz zaman, "komünizm", "Kürtçülük" ve "şeriatçılık" diyebileceğimiz temel yasaklar üçgeni içindeki alanı anlamalıyız. Bu alanlara girip, farklı şeyler söyleyenleri, Türk basınının çoğunluğu "Marjinal" olarak gördü. Hatta onları, gazeteci olarak kabul etmedi basının büyükleri. Ama Demokrat Parti iktidarına da sonra 1960'ın 27 Mayıs'ı ertesinde kurulan Yeni Demokrasi'nin, önce İnönü, sonra Demirelli iktidarlarına karşı, basın çok ciddi muhalefet etti. Galiba bunun olabilmesi, basın sermayesinin basın dışı işi olmaması ve iktidara fazla mecbur olmaması gerçeğinden kaynaklanmıştır.
Küçük Beklentiler İktidarlar basına ancak, yeni baskı makinesi için döviz tahsisi, daha fazla SEKA kağıdı tahsisi veya daha çok resmi ilan gibi ayrıcalıklar sağlayabilmişlerdir. Bir dönem Ali Naci Karacan'ın, bir dönem Safa Kılıçlıoğlu'nun iktidara yakınlıkları, diğer basın patronlarını öfkelendirmiştir. Ama bankalar, fabrikalar, şirketler, basın sermayesi için gündemde yoktur. İktidara yakınlıklar veya karşı olmalar, daha çok siyasi veya ideolojik nedenlere bağlıdır. Hatırlarım. Bankalı tek medya, 1950'lerde "Hayat" ve "Ses" dergileriydi. Kazım Taşkent, başında bulunduğu ve kurucusu olduğu Yapı ve Kredi Bankası ile bu yayın organlarını, basına sokmuştu. 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi öncesinde her hafta Adnan Menderes posterleri yayınlayan "Hayat"ın, alelacele Cemal Gürsel'i orta sayfa fotoğrafı olarak vermesi, bankalı medyanın ilk icraatına belki örnektir. Ama neticede, iktidara ve özellikle DP'nin İçişleri Bakanı Namık Gedik'e yakınlıkları bilinen Hürriyet'in Simaviler'i de 27 Mayıs'ı, çaresiz bir coşku ile karşılamamışlar mıydı? İktidar ile devletin özdeş olduğu askeri müdahalelere, siyasetçiler gibi basın da "geçiş dönemi" olarak baktı. "Nasıl olsa geçer. Bu sürede bir kazaya uğramayalım" anlayışı içinde, muhalefet etme görevi, askıya alındı. Galiba basın için dönüm noktası, basının, basın dışı işlere açılmasıdır. Ben Aydın Doğan'ın basına girmesini, 1980'de Milliyet başyazarı olarak yaşadım. Aydın Doğan ilk dönem patronluğunda, basın dışı işleri de olan, ama artık basına ağırlık vermeye karar vermiş bir müteşebbisti. Örneğin Milliyet'in sahibi olarak, 12 Eylül askeri rejiminin belki de en önemli muhalifi olan Bülent Ecevit'in dergisini de fonlardı.
12 Eylül'ün yasaklısı, Süleyman Demirel'le dostluğunu hiç aksatmamıştı. Sonra, 1983 ertesinde Turgut Özal'ın Türkiye'de toplum gibi, sermayenin önünde de açtığı yeni ufuklar, sade Aydın Doğan'ın değil, diğer girişimcilerin de hızlı büyümesine dayandı. Örneğin İzmir'den İstanbul'a gelen Dinç Bilgin'in, en son teknolojili "Sabah" ı, Özal'ın basındaki yükselen değerlerine örnekti. Bu süreçte, Asil Nadir'in basına girişi, Ercüment Karacan'dan sonra Haldun Simavi'nin de basından ayrılışı, Tercüman'ın Kemal Ilıcak'ının vefatı ve en son olarak Erol Simavi'nin de Hürriyet'i Aydın Doğan'a satması, önemli olaylar olarak hatırlanmalıdır. Turgut Özal'dan en fazla, basında promosyon serbestliği veya turizme tahsisli arazi teşviki isteyen medyanın rakamları büyüdükçe, iktidardan beklentilerin rakamları da artmıştır. "Bankalı Medya", "Müteahhit Medya", "Özelleştirmeden pay isteyen medya" gibi olgular gündeme gelmiştir. Bu yeni dönemin ilk felaketini Sabah ve Dinç Bilgin, "Etibank Olayı" ile yaşadı. Ve şimdi, devletin AB süreci ile girdiği liberalleşme, basının devletle özgürlük yarışına girmesine dayandı. Yani basının ilk dönemindeki "devlet bağımlılığı" artık geride kaldı. Ama "iktidar tutkunluğu", bu dönemin önemli bir gerçeği. "Sabah" gazetesinin 19'uncu kuruluş yıldönümünü kutladığımız bugünlerde, "Basın"ın "Medya" olmasına dayanan serüven, bir film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden. Bu benim, "Sabah"taki 3'üncü dönemim. Hissediyorum ki serbest rekabetin, medya sermayesini de şeffaflaştırdığı ve yazıişlerinin, sermaye-iktidar bağlantılarından bağımsızlaştığı yeni bir dönem önümüzde. Bu serüvenin yansımalarını en ağır biçimde ödeyen Sabah, yeni dönemde, özerk basının da öncüsü olacaktır.
|