kapat
Anasayfa
|
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
6 Şubat 2009, Cuma
Sabah
 
Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Emlak Çocuk Yazarlar Çizerler
Gündem Siyaset Ekonomi Yaşam Dünya Teknoloji Turizm Otomobil
 
24 Saat
24 Saat

Ebru Çeliktuğ: Hayat nedir ki?

Sinema dergisi
Giriş Saati : 06.02.2009 09:20
Güncelleme : 06.02.2009 22:49
Yeni Haber
David Fincher, büyük merakla beklenen filmi "BENJAMIN BUTTON’IN TUHAF HİKAYESİ"nde(The Curious Case of Benjamin Button) hayatı tersten yaşamaya başlayan bir adamın hikayesi aracılığıyla, doğum, varoluş ve ölümden oluşan hayat döngüsü üzerine kafa yoruyor..
Mark Twain, F. Scott Fitzgerald'ı, editörü aracılığıyla "Eğer yaşlı doğup zaman geçtikçe gençleşseydik hayat nasıl olurdu?" temalı bir öykü yazmaya yönlendirir. Caz Çağı'nın "kayıp" yazarı Fitzgerald da, önce Colliers dergisinde tefrika edilen daha sonra "Caz Çağı Öyküleri" kitabında yer alan "Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi"ni yazar. Genellikle I. Dünya Savaşı'nın allak bullak ettiği hayatları kaleme alan Fitzgerald, Amerikan edebiyatının kayıp kuşağı denince akla ilk gelen isim şüphesiz. "Muhteşem Gatsby" ve "Gece Güzeldir" gibi başyapıtları da sinema ve TV uyarlamalarına konu olmuştu. "Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi" ise 1990'ların başından beri gerçekleşmeyi bekleyen bir projeydi. Bu süreçte yönetmen olarak Steven Spielberg, Danny Boyle, Spike Jonze gibi pek çok sinemacının adı geçti ama sonunda 2004 yılında film, David Fincher'ın usta ellerine teslim edildi.

Bu fantastik hikayenin senaryolaştırılması için uzun yıllardır çalışılmış, taslaklar hazırlanmıştı. Öykünün varoluşçu teması düşünüldüğünde senarist olarak akla gelen ilk isim Charlie Kauffman'dı herkes için. Kauffman bir taslak senaryo da yazdı hatta. Ama projenin yıllarca süren macerasının son dönemecinde senaryo "Forrest Gump"ın yazarı Eric Roth'a emanet edildi. Roth, işin içinde Fitzgerald adının geçmesinin biraz korkutucu olduğunu söylüyor röportajlarında: "Biraz araştırma yapıp, hikayenin onun için nasıl bir anlamı olduğunu anlamaya çalıştım. Hakkında biyografi yazanlardan öğrendiğime göre bu hikaye onun en tuhaf eserlerinden biri. Biraz paraya ihtiyacı varmış. Çok da ciddiye almadığı bir hikaye aslında. Bir dergide yayımlanması için kaleme almış. Aslında bir kısa hikaye de değil, dergi makalesi. Benden önceki senaristler hikayeyi farklı şekilde ele almışlardı. Bu yüzden ben de kendi hayalgücümü devreye sokmak konusunda özgür hissettim. Aslında en önemli nokta, özgün fikrin Mark Twain'e ait olması. Yaşlı doğup gençleşme fikri, hikayenin en önemli özelliği. Bunun içerisinde bir aşk öyküsü var ki ben de bu temaları belli boyutta ele aldım ve işledim."

Hikaye ile senaryo arasındaki en temel farklılıksa ki pek çok eleştirmen için bu farklılık filmi zayıflatıyor ve tutarsızlık duygusu veriyor- Benjamin Button'ın hikayede hem fiziksel hem de zihinsel olarak yaşlı doğması; oysa senaryoda sadece fiziksel olarak yaşlı doğuyor ve bir bebek gibi her şeyi yavaş yavaş öğreniyor. Fitzgerald'ın Benjamin Button'ı, doğduğunda sakalı olan, sallanan sandalye isteyen ve sanki bir hayatı geride bırakmış bir yaşlı gibi. Bu farklılıklara yan karakterlerdeki değişiklikler de eklenebilir tabii.


Şimdiki aklım olsaydı

"Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi", New Orleans'ta yaklaşmakta olan Katrina Kasırgası'nın tehdidi altında, son nefesini vermeyi bekleyen Daisy (Cate Blanchett) ve kızı Caroline (Julia Ormond) arasındaki göz yaşartıcı sahnelerle başlıyor. Daisy, kızından kendisine, içinde kartpostallar ve resimler olan bir günlüğü okumasını istiyor. 1918 yılında New Orleans'ta kör bir saat ustasının, oğlunu I. Dünya Savaşı'nda yitirince, zamanı geri alarak nahoş anıları silme isteğini sembolize eden, geriye işleyen bir saat yaptığını öğreniyoruz önce. Saat, kentin ileri gelenlerinin de katılımıyla tren istasyonuna asılıyor. Daha sonra, kentin bir başka yerinde, tuhaf görünümlü bir çocuk dünyaya getiren bir kadın, doğumdan hemen sonra hayatını kaybediyor. Baba Thomas Button (Jason Flemyng) bebeği kucağına aldığı anda bir hilkat garibesiyle karşılaştığını düşünerek, onu hemen bir yaşlılar yurdunun kapısına bırakıveriyor.

Ülkede siyah-beyaz düşmanlığının had safhada olduğu bir dönemde, huzurevinin çalışkan ve becerikli emektarı, siyahi Queenie (Taraji B. Henson) bu garip görünüşlü bebeği hemen sahipleniyor ve adını Benjamin koyuyor. Benjamin Button (Brad Pitt) ile böyle tanışıyoruz, yani anılarında yazdığı gibi, alışılmadık şartlarda dünyaya geliyor gerçekten de. Huzurevi doktorunun katarakt ve romatizmadan muzdarip, yaşlı görünümlü Benjamin için fazla yaşamayacağı konusundaki fikriyse yıllar geçtikçe çürüyor! Zaman, Benjamin için ters akıyor ve bu tuhaf yaşlı-çocuk, giderek gençleşmeye başlıyor, sağlığı da iyileşiyor. Seksenlerinden başladığı hayatını gençleşerek sürdürüyor. Tabii bu durumda sevdiklerinin yaşlılığına tanık oluyor ve filmin başında annesinin ölümüyle başlayan kayıplara sürekli başkalarının kaybı ekleniyor. 166 dakika boyunca, Benjamin'in hayatının pek çok dönemine tanıklık ediyoruz; cinselliği, aşkı, özgürlüğü keşfedişine, denizci olup dünyayı gezdiği döneme, II. Dünya Savaşı'nın içine düşmesine, babasıyla olan ilişkisineFilmin sonuna doğru iyice küçülüp bebek olana dek Benjamin'in hayatına tanık oluyoruz.

Orta yaştan itibaren insanlar, hayatlarındaki pişmanlıklarla orantılı olarak "Bu aklımla ve tecrübelerimle genç olacaktım ki" şeklinde yakınırlar. Hayatı geriye doğru yaşamak pek çok insan için bu nedenle cazip görülebilir. Oysa senarist Eric Roth filmde hayatı ne yöne doğru yaşadığınızın değil nasıl yaşadığınızın önemli olduğunu ileri sürüyor. "İlk bakışta bunun harika olacağını düşünürsünüz" diyor yazar. "Oysa o kadar basit değil. Benjamin hayatı geriye doğru yaşadığı halde, ilk öpüşmesi ve ilk aşkı onun için yine de aynı ölçüde önemli ve anlamlı. Hayatı ileriye doğru veya geriye doğru yaşamışsınız, fark etmez. Önemli olan 'nasıl' yaşadığınızdır."

David Fincher'ın masasından pek çok senaryo ve film projesi geçip giderken, yıllardır yerini koruyan "Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi"nin bunca zaman ertelenmesinin en önemli nedeni şüphesiz zor bir film oluşu. Hem dramatik hem de teknik anlamda taşıdığı zorluklar, projeyi hep iddialı bir konumda tuttu. Bir insanın tüm yaşamını baştan sona filme aktarmak konusu, -her ne kadar kahraman için zaman ters akıyor olsa da- bir noktada sıkıcı olabilir, seyircinin yabancılaşmasına yol açabilirdi. Bir hayat en ilginç şekilde nasıl anlatılabilirdi? Neler ön plana çıkmalıydı? Filmin cümlesi ne olmalıydı? Fincher ve filmin yapımcıları, bu soruların cevabını Eric Roth'un senaryosunda bulduklarını düşünüyorlar. Uzun zamandır projenin hayata geçmesi için Kathleen Kennedy ile birlikte çaba sarf eden yapımcı Frank Marshall, filmle ilgili olarak "Hayatımız boyunca kendimize sorduğumuz sorulara parmak basıyor. Bir filmin bu kadar farklı ve kişisel bakış açıları ortaya koyması ender görülen bir şey. 60'lı, 70'li yaşlarında olanlar filmi belli bir şekilde görecekler, 20'lerinde olanlarsa başka bir şekilde" diyor.

David Fincher "Se7en" ve "Dövüş Kulübü"nden sonra bir kez daha başrolde Brad Pitt'i oynatıyor. Pitt, başından itibaren Benjamin'in her yaşını bizzat oynamak istemiş. Aktör, pek çok insanı derinden kavrayacak evrensel unsurlar taşıdığını düşündüğü filmi şöyle tanımlıyor: "Kader ne çizerse çizsin, kişinin seçim yapması ve bunların sorumluluğunu üstlenmesi üzerine bir şeyler söylemek isteyen bir film. Fincher'ın doğru bulduğunu bildiğim bir düşünceyi irdeliyor. Kendi hayatlarımızdan sorumluyuz. Başarılarımızdan ve başarısızlıklarımızdan da sorumluyuz. Suçlayacak ya da paye verecek başka biri yok. Yazgının mutlaka payı var ama sonuçta onu şekillendirenler de bizleriz."

(...)