Geçen hafta
Frankfurt Kitap Fuarı'na katıldım ve '
Türk modernleşmesi neye benzer' başlıklı bir panelde
Prof. İlhan Tekeli, Prof. Ahmet Çiğdem, Prof. Suavi Aydın ile bu konuyu tartıştık. Şüphesiz zor bir soruydu ve
güçlük aslında modernleşme konusunun ne olduğuna bir türlü karar veremememizden kaynaklanıyor. Yaklaşık 200 yıldır bir modernleşme süreci içindeyiz ama hâlâ modern olmanın ne anlama geldiği konusunda bir uzlaşmaya sahip değiliz.
Doğal, çünkü, biz son iki yüz yılda belli bir modernleşme tanımı üstlendik:
Batılılaşma yani bizde olanın inkârı ve belli bir model ve sistemin Türkiye'ye ithali. Oysa her toplum kendisine göre bir modernleşme yaşar ve bu bana kalırsa altyapının, özellikle de ekonomik ilişkilerin değişmesine bağlıdır. Osmanlı da modernleşen bir toplumdu ama o doğal-organik modernleşme yerine tarihi bir kesintiye uğratarak yeni bir anlayışın yerleştirilmesi daha uygun bulundu. 'Uygun bulundu' diyorum çünkü böyle tercihte bulunanlar aydınlar ve seçkinlerdi. Sonra da bu anlayış Cumhuriyet döneminde yaklaşık 1990'lara kadar devam etti.
Asıl söylemek istediğim bunlar değil. Fakat buradan hareketle şunu belirtmek istiyorum:
bizdeki modernleşme modeli kurumsal bir modernleşmeyi öngörüyor, öncelikle. Yani toplumu biçimlendiren kurumlar (eğitim, askeriye, bürokrasi) öncelikle 'modernleştirilmeli', toplumsal modernleşme bunu izleyecektir. Bu sürecin bir de adı var: rasyonelleşme, yani akılcılığın hâkim olması . Batıda da bu tarih (diğer koşullar bir yana) iyi kötü böyle yaşanmış ve özellikle
Max Weber'in biçimlendirdiği
bürokrasi tanımı bu kalıbın sınırlarını çizmiş.
Türkiye de bürokrasinin daha geniş olarak söyleyelim devletin akılcılaştırılması (ussallaştırılması) bağlamında adımlar atmış.
Demokratik devlet Böyle bir anlayış ortaya devletin dönüşümünü getirmeli diye beklenir.
Devlet saydamlaşacak, toplumla toplum lehine bir sözleşme yapacak, böylelikle de toplum için var olduğunu bilecek. Aslında Tanzimat
aydını Sadık Rıfat Paşa'nın '
halk devlet için değil bilakis devlet halk için mevcuttur' saptamasından beri bu böyle. 20. yüzyılın sonu,
hesap vermek (accountability) gibi kavramlarla bu anlayışı şimdilik gidebileceği en uç noktaya kadar götürdü.
Tabii bütün bunların altında yatan çok ciddi bir olgu daha var:
demokratikleşme. Demokratikleşmenin olmadığı hatta her düzeyde ortaya çıkmadığı bir modernleşmeden söz etmek mümkün değil. Bütün
o saydamlık, sözleşme, hesap vermek gibi kavramlar özünde demokratik bir devletin mevcudiyetini zorunlu kılıyor veya devletin demokratikleştirilmesini. O zaman demokrasi sadece bir seçim meselesi olmaktan da uzaklaşıp gerçek anlamda toplumsal ilişkileri düzenleyen, biçimlendiren bir
üst söyleme dönüşüyor.
Demokrasi: üst söylem Burada
üst söylem kavramını iş veya fiyaka olsun diye kullanmadım. Çünkü normal olarak devlettoplum ilişkilerinde belirleyici olan
yasalardır. Sınırları iki taraf için de yasalar çizer. Fakat yasaların da gerek yapılış gerek içeriği gerekse uygulanma dönemlerinde demokratik olması şart.
Demokrasi bir üst söylem olarak yasaların da sınırlarını çiziyor, içeriklerini saptıyor. Bu da son aşamada hukukun demokratikleştirilmesiyle ilgili bir olgu. Şimdi bütün bunlarla birlikte bakınca ve insan bu soruları kafasında taşıyınca karşılaştığı olaylar karşısında '
bir Türk modernleşmesi var mı?' sorusunu sormadan edemiyor. Nedeni açık: şu etrafımızda cereyan eden
Kürt ve Ergenekon sorunsallarına bakalım. Nedir
Kürt sorunu bugün? Bilmiyoruz. Açıkça bilmiyoruz. Peki
Ergenekon bunun neresinde? Onu da bilmiyoruz! Peki her ikisine de ciddi biçimde müdahil olan
ordu-askeriye nedir, nerede duruyor? Ondan da habersiziz. Peki, bütün bu şartlar altında devletin demokratikliğinden, hukukun egemenliğinden ve gene demokratikliğinden söz edilebilir mi?
Türk modernleşmesinin sorunsalı devlettir diyeyim bugün son olarak ve yarın buradan devam edeyim.
Yayın tarihi: 22 Ekim 2008, Çarşamba
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/10/22//kahraman.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.