15 askerin öldüğü bir karakol baskını ardından toplumda ve basında patlayan öfke seli ve o olayın şiddeti akıllara gelen soruların yanıtlarını ihmal etmek için bir gerekçe oluşturmamalı. İki sorunla karşı karşıyayız.
Birisi 25 yıldır bitmeyen bir savaşın niteliği ve onun askeri boyutları. İkincisi bugüne kadar bütünüyle askeri bir sorun olarak görüp ele aldığımız, büyük ölçüde öyle de olan PKK mücadelesinde bizzat askerlerin sürdürdüğü mücadelenin içermesi gereken sivil boyut. Her şey yerli yerinde mi? PKK ile sürdürülen mücadelede askeri açıdan gösterilen özen ve dikkatin niteliği ve yeterliği bugüne kadar toplumun hatta politikacıların (yanlış bile olsa)
sorgulamadığı bir olgu.
Konu bütünüyle askere havale edilmiş durumda. Bu 25 yıldır böyle.
Sivil kanatlar kendilerini askerin belirlediği amaçlara ulaşmanın koşullarını sağlamakla yükümlü sayıyor ve anladığımız kadarıyla daha fazlasına karışmıyor. Siyaset de toplum da askere güvendiğini belirtiyor ve daha fazlasını ne sorguluyor ne de talep ediyor. Sadece iş uluslararası bir boyut kazandığında siviller devreye girip o düğümü çözmekle yetiniyor.
Buna mukabil ortaya ansızın çıkan gerçekler insanın aklına kuşkuların üşüşmesine engel olmuyor. Daha önce şu kadar baskın alan, görevli erlerden birisinin ailesine
"Üç baskın yedik, ben artık dönemem" diyerek tarif ettiği bir askeri karakolun olduğu şekilde bırakılması ve sonra da bu faciaya maruz kalması üstünde durmak gerekmez mi? Kulağımıza gelen ilk açıklamada karakolun bugüne değin taşınmamasını
"arazi ve bütçe şartları" diye açıklamak işin ciddiyetini kapsamıyor.
Siviller de sorumlu Tam bu noktada söz konusu sorunları değerlendirirken basında ve aydınlar arasında çok yaygın olan bir değerlendirmenin
yanlışlığına dikkat çekmek gerekiyor.
Bu değerlendirmeye göre ordu yaşananlardan tek başına sorumludur. Ordunun sorumsuz olduğunu söylemek olanaksız. Elbette sorumludur. Ne var ki, acaba daha büyük sorumluluk bütün bu işleri denetlemekle yükümlü siyasi otoriteye düşmüyor mu? Sorunun yanıtı büyük bir "evet"tir.
Bu devasa sorunun izlenmesi, gereğince yürütülmesi ve nihayet sonuçlandırılmasındaki sorumluluk sadece askere atfedilemez. Ortadaki durum buysa sivil otoritenin yani yürütmenin söz konusu şartları değiştirmesi gerekir. Şartların bu şekilde devam etmesi ve askerin bütün bu sorunun çözülmesinde tek otorite olarak gösterilmesi birçok açıdan yanlıştır. Sivil otorite bu anlayışıyla kendi kendisini baltalamaktadır.
Kürt sorunu bu bakımdan da büyük ve kapsamlıdır.
Türkiye'deki asker-siyaset ilişkisinin belki de en önemli düğüm noktasını oluşturuyor . İşin tuhaf tarafı bu halin 25 yıldır devam etmesi ve tüm yasal düzenlemelere rağmen adeta el değmemiş niteliğini korumasıdır.
Bu tavır Türk siyasetinde yeni değil. Hatırlayanlar hatırlar, hatırlamayanlar dönemin belgelerine bakarak öğrenebilir.
1980 öncesinde terör olayları her gün on kişinin ölümüne yol açarken ülkenin birçok yerinde
sıkıyönetim vardı. Dönemin Başbakanları ve hükümetleri askerlerin her istediğini yapıyor, bunu açıkça belirtiyor ve o sorunun çözümünü askerlere bırakıyordu. Sonunda olanlar oldu.
Terör sorunu aşılmadığı gibi, dönemin sonuna çok başka türlü gelindi. Ancak yıllar sonra
Demirel dönemin Gn. Kur. Bşk.
Evren'i suçlayabildi.
İki hal aynı değil elbette.
Buna mukabil PKK sorununun çözümünde de sivil otoritenin öne çıkması ve inisiyatifi ele alması şarttır. Bu askeri meselelerde de böyle olmak zorundadır.
Bugüne kadar karşılaştığımız ve bu sorunun bu şekilde devam etmesinin altında yatan en önemli neden budur, yani sivillik ve siyaset boyutunun ihmal edilmesidir. Bu durumda siviller askerleşmektedir. Devam edeceğim, yarın!
Yayın tarihi: 8 Ekim 2008, Çarşamba
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/10/08//haber,8C681E2126BB49CCBC38FF072A58EE31.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.