Bu başlığı yazdığım zaman aklıma bir anekdot geldi. Zamanın yenilikçi padişahı
III. Selim ayrıntısını burada anlatmaya gerek olmayan bir nedenden ötürü ve yüceltmek maksadıyla
Dede Efendi'yi
"o musikimizin canavarıdır" diye tanımlayıp övünce büyük bestekarımız bundan alınmış. Acaba Dağlarca yaşasaydı ve benim kendisini "dev" diye nitelendirişimi okusaydı ne derdi?
Onu bilemem ama bir dönemde büyük şairimiz
Cemal Süreya kendini
"şiir tankeri" olarak nitelendirmişti. Bundan rahatsız olduğunu sanmıyorum.
Dağlarca modern Türk şiirinin en önemli kurucu unsurlarından birisiydi ve böyle değerlendirince Dağlarca'yı bu derecede öncü yapan unsurların neler olduğunu saptamak gerekiyor.
Metafizik ve şiir Fazıl Hüsnü
şiirin bir özel dil olduğunu çok erken bir tarihte kavramıştı. Onun ilk şiir kitabını yayınladığında
1935'te şiir henüz kendisiyle metafizik arasına bir duvar örmemişti. Tam tersine şiir henüz
"hikmetli söz" söylemenin bir aracı olarak kabul ediliyordu ve özellikle
Yahya Kemal-Necip Fazıl çizgisinde bu derinliğini korumaktaydı. Fazıl Hüsnü'nün sadece ilk kitabı bu çerçeve içinde yer almaz. İkinci kitabı ve bugün hala Türk şiirinin mihenk taşlarından birisi olan
1940 tarihli
Çocuk ve Allah da bütün hacmi ve kanatlarıyla bu metafiziğe yaslanır.
Fazıl Hüsnü o kitapla aynı yıllarda gelişen
Garip akımının dışında kaldı. Dağlarca şiirin bir
öte-dil gerçeği olduğunu fark etti ve kendi kozasını örüp kendi dünyasını kurdu. Şiir belki sözcüklerle yazılıyordu ama hem sözcüklerin şiir içinde üstlendiği anlam gündelik dilden farklıydı hem de yarattıkları bütün yeni bir dil meydana getirecekti ki, bu şiir diliydi.
İmgeler düşünce ve şiir Dağlarca bu gerçeği saptadıktan sonra şiirinde neyi anlatırsa anlatsın onu
imgelerle söylemesini bildi.
Kurtuluş Savaşı'nı da,
Vietnam'ı da,
Cezayir'i de bu anlayışla dile getirdi, gündelik hayatın nesnelerini ve insanın gündelik gerçekliğini de. Bu bakımdan Türk şiirinde imgenin büyük savunucusu olmuş
Attila İlhan'ın
"önümde bir tek Fazıl Hüsnü" kaldı demesini yadırgamamak gerek. Hatta özel sohbetlerimizde üstelik de heyecanlanarak
"Fazıl abi çok büyüktür" dediğini bugün gibi anımsıyorum. Bu özelliği nedeniyle onun şiiri bilgisayar çağıyla da ilgilenebildi çocuklar için binlerce yapıt da üretti.
Fazıl Hüsnü kendi şiirine inanmış, onun çağcıllığını kavramıştı. O nedenle de belki yüz binlerce şiir yazdı. Yeryüzündeki her şey onun şiirinin bir parçasıydı. Onlar şiire gelmiyordu. Adeta o şiir gidip onlara konuyor ve elini değdiği her şeyi farklılaştırıyordu.
Çünkü Dağlarca'nın şiiri aynı zamanda bir düşünce şiiriydi . Bu bakımdan kendisine en yakın ozan
İlhan Berk'ti. Aralarındaki fark Berk'in şiirle düşünce arasında çok belirgin ve dışa vurulmuş bir ilişki kurmasına karşın Dağlarca'nın bunu kendiliğinden yapmasıydı. Bu bakımdan onun şiirinin sonuna/dibine varmak neredeyse olanaksızdır.
Şiire adanmış bir ömür Bütün hayatını şiire adamış birisiydi.
"Türk şiiri onun şiirini aştı mı" sorusunun yanıtı bende olumsuzdur. Tersine bence belli bir tarihten sonra Türk şiiri onun şiirini kavramadı, kavrayamadı. O büyüklük ona yaklaşmak isteyenlerin başını döndürüyor, cesaretini kırıyordu.
Keşke onu daha önceleri ve geniş biçimde yabancı dillere çevirseydik.
Dünyayı onun şiirinden mahrum bırakmak gibi bir suçumuz da var şimdi. Başka bir yerde de söyledim.
"Türkçem benim ses bayrağım " diyordu.
Türkçenin ses bayrağı da Fazıl Hüsnü'dür. Günlerdir onun o kapalı, soyut ama çok çağcıl şiirini okuyorum ve gerçekten Türkçenin belki de en "modern-çağdaş" sesi olarak kendimi ona veriyorum. Türkçe şiirin hikaye anlatmadığı halde nereye kadar derinleşebildiğini ve insancıllaşabildiğini itiraf edeyim ki bir kez daha hayretle görüyorum. Dağlarca okyanusunda Türkçenin sınırsızlaşabildiğini, kıyısızlaşabildiğini şaşarak izliyorum.
Belki değil mutlaka Türkçeden daha büyüktü Fazıl Hüsnü, bunu anlıyorum!
Yayın tarihi: 18 Ekim 2008, Cumartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/10/18//haber,15E90CC758F14847A4D93FF1F05960CF.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.