Sacit Kutlu dosyayı oluşturmamıza büyük katkı sağladı. Titizlikle biriktirdiği kartpostallarını bizle paylaşmakla kalmadı, arşivcilik yaparken oluşturduğu birikimlerini de bize aktardı! Bunun için Kutlu’ya teşekkür ederiz.
Biz bize benzeriz
Kartpostallarla II. Meşrutiyet dönemini anlatan kitabıyla Sedat Simavi Ödülü de alan Sacit Kutlu, çalışmasını ve II. Meşrutiyet'in ne ifade ettiğini anlattı..
- Didar-ı Hürriyet, klasik tarih çalışmalarından farklı. II. Meşrutiyet dönemini görsel olarak da inceleme şansımız var. Bu çalışmaya nasıl başladınız?
- Kartpostal biriktirmek benim hobim. Bir süre sonra II. Meşrutiyet'le ilgili kartpostalların çok fazla olduğunu fark ettim ve koleksiyonuna başladım. Benim şansım; Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya'nın çarşamba günleri evinde düzenlediği geleneksel toplantılara katılmam ve Tunaya'nın beni dostluğuna kabul etmesi. O toplantılarda genel konu II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet'in ilk günleri olurdu.
- Toplantılara kimler katılıyordu?
- 1983'ten Tarık Bey'in vefat ettiği yıla kadar (1991) düzenli olarak devam etti. Toplantılara; Cumhuriyet'in ilk günlerini de gören Ordinaryus Profesör Reşat Kaynar ve Burhan Oğuz'un yanı sıra Sina Akşin, Mete Tunçay, İlber Ortaylı da katılırdı. Şükrü Hanioğlu yardımcı doçent olmuş Abdullah Cevdet ve Dönemi kitabı yeni yayımlanmıştı.
- Katılanlar özellikle II. Meşrutiyet konusunda referans isimler. Neler konuşulurdu bu toplantılarda?
- II. Meşrutiyet'i Türkiye'nin siyasi laboratuvarı olarak tanımlayan Tarık Zafer Tunaya'nın tespiti çok önemli. Meşrutiyet'in artıları, eksikleri konuşulurdu ama konuşmaların ortak noktası hep İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin yaptıkları olurdu. Ben doktorum. Doktorluk, neyin önemli neyin önemsiz olduğunu anlamaktır; detaylara boğulmazlar. Bu bakış açısı tarih üzerine çalışırken işime yaradı.
- Peki doktor gibi bakarsanız, II. Meşrutiyet'i öne çıkaran, ona önem kazandıran nedir?
- Bugün Türkiye'de ne tartışıyorsak hepsi o dönemde de tartışılmış. Belki bugünkünden çok daha katılımcı ve renkli bir havada tartışılmış fakat tarihle övünmek dışında, tarihle başka türlü bir ilişki kuramadığımız için sorunlara çözüm üretilemiyor. Didar-ı Hürriyet'i yazarken zaten bu fikirden yola çıktım. Klasik tarih çalışma dışında, meşrutiyetteki yeniliklerin sosyal hayata nasıl tezahür ettiğini yansıtmaya çalıştım.
- Meşrutiyet için bazı tarihçiler 'burjuva devrimi' diyor, siz ne diyorsunuz?
- Türk usulü bir devrimden bahsedebilirim. II. Abdülhamit Kanun-i Esasi'nin uygulanmasını 23 Temmuz'da kabul ediliyor, ertesi gün gazetelerde küçük bir haber çıkıyor. 'Başımıza ne gelir bilinmez,' diye temkinli davranılıyor. Bir devrim ama tarihi 23 mü, 24 mü belli bile değil. Gazeteciler 24 Temmuz'da "İstediğimizi yazabiliriz o zaman bu da Gazeteciler Bayramı olsun," demiş. Her Türk usulü. Geçenlerde bir konferansta Prusya askeri disiplinin Türk askeri disiplini üzerine etkisi üzerine konuşurken bir genç, "Prusya askerlerininde de darbe geleneği var mı?" diye sordu. Ben de ona Kemal Tahir'in Kurt Kanunu kitabında yazan, "Kurtlukta kanun yere düşeni yemektir," sözünü hatırlattım. Bu da Prusya disiplinin Türk usulüne uyarlanması.
- Kurt Kanunu, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin çürümeye yüz tuttuğu dönemini anlatıyor. Siz İttihat ve Terakki'nin gelişimine nasıl bakıyorsunuz?
- Cumhuriyet'in erken döneminden İttihat ve Terakki'ye bakılıyor kitapta. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin refleksleri bana o kadar tanıdık geliyor ki... Auguste Comte'un 1840'larda vaat ettiği pozitivist siyaset onlara iyi geliyor, çünkü sonuçta otoriter seçkinci insanlar. Kurtarmak istedikleri bir vatan, halk adına yapılan şeyler var yalnızca. Onlarla paralel olarak kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'nin çoğunluğu ise asker. Onların dağlara çıkması bile tuhaf. Bulgar çeteleri Bulgaristan diye bir yerden bahsediyor, Makedon çeteciler, Makedonya'nın Bulgaristan'a bağlanmasını isteyenler var. Bu askerler "İyi güzel de biz ne için bu adamlarla çatışıyoruz?' diye sormaya başlıyorlar. Diğer yandan okullarında Batı'nın değerleri üzerine az çok okumuşlar. Bu cemiyetin zaman içerisinde birleşip ikincisini diğerine galebe çalması İttihat Terakki'nin kaderini şekillendirmiştir.
- Kitabınızdan şu çıkıyor; Meşrutiyet'in yarattığı ya da vaat ettiği özgürlük çok kısa sürüyor.
- Bir özgürleşme dönemi oldu. Her şey o kadar hızlı yaşandı ki... Selim Sırrı Tarcan, Rıza Tevfik gibi insanlar köşe başlarında "Özgürlük geldi," nutukları veriyor. Atlı tramvayların arka platformunda herkes nutuk çekiyor, nutukları verenler 'Vatan, hürriyet' diye sözler sarf ediyor ama anlatılan bir hikâye var; kadının bir tanesi soruyor: "Bizim Vartan'a ne olmuş?" diye. Vartan komşusu ama 'vatan' yabancı kelime. Bir dönem Dışişleri Bakanlığı da yapan Yusuf Kemal Tengirşenk, Sirkeci'de Gar Lokantası'na gidiyor, garsonlar "Hürriyet gelmiş beyim," diye neyin nesi diye soruyor. Tengirşenk, Beyoğlu'na çıkınca Meşrutiyet'in ilan edildiğini anlıyor. Ertesi sabah arkadaşları ellerinde küçük bayraklarla bugünkü İstiklal Caddesi'ni takiben Bab-ı Ali'ye inecekler. Karşılarına iki polis çıkınca bayrakları saklayıp "Padişahım çok yaşa," diye bağırıyorlar, bakıyorlar polis bir şey yapmıyor rahatlıyorlar. Bab-ı Ali'nin önünde halkla birlikte Sadrazam'ı karşılarında istiyorlar. Böyle tuhaf bir özgürlük atmosferi var. Bu özgürlükçü dönemin mimarlarının yaptığı ilk iş de grevdeki maden ve liman işçilerinin daha çok ücret, iş saatlerinin düzenlenmesi talebini reddetmek. Bunun gibi yüzlerce örnekle gayrimemnun insanlar çoğaldı ve 31 Mart 1909'a gelindi. 31 Mart irticai bir ayaklanmadan çok gayrimemnun insanların kalkışması. Sonuçta Mahmut Şevket Paşa önderliğinde, İttihat ve Terakki diktatörlüğü başladı.
Yayın tarihi: 9 Mart 2008, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/03/09/pz/haber,94752112696F4980A7E1B2575AAA4857.html
Tüm hakları saklıdır.