Türkiye dış politikasının özellikle son dönemde bir hayli iddialı hedefleri olduğu malum. Bu hedeflere ulaşabilmek amacıyla Türkiye her platformda bulunmaya özen gösteriyor, kurduğu ilişkilerde
faydacılığı ön plana çıkarıyor. Önceki dönemlerde Türkiye'nin
tahayyülünün ötesinde sayılan ülke ve bölgelerde dış politikası pozisyon almaya çalışıyor. Bu bağlamda Afrika'da önümüzdeki dönemde 15 temsilcilik açılacağı belirtiliyor.
Türkiye'nin başta kendi bölgesi olmak üzere dünyada etkili bir devlet olmasından rahatsızlık duyacak herhalde pek kimse yoktur. Ancak bu hamlelerin dayandığı mantık kadar
dış politikadaki öncelikler sıralamasının ve meselelerin üzerine nasıl gidildiğinin de doğru değerlendirilmesi gerekir. Tam saha pres yaparak ilginizi çeken veya dünyada öne çıkacak tüm alanlarda at koşturmaya kalkmak, doğru yönetilmediği taktirde,
enerji israfı anlamına da gelir. Hele ki kısıtlı kaynaklarla iş görmek zorundaysanız.
Öncelikle şu saptamayı yapmakta fayda var. Türkiye, coğrafi konumu açısından benzeri olmayan bir ülke. Asya ile Avrupa'nın ekonomik entegrasyonunda mevkisi nedeniyle
yabana atılmayacak avantajlara sahip. 200 yıllık modernleşme çabalarının sonucunda kapitalist, laik ve demokratik bir ülke olmasının ve bu özellikleriyle Batı ittifakına üyeliğinin de önemi hafife alınamaz. Tüm bu özellikleri nedeniyle de
yeni dünya düzeninin imtiyazlı ülkelerinden biridir.
Ancak bu nesnel özellikler Türkiye'nin dünyanın yeniden yapılanmasında hak ettiği noktaya gelebilmesinin garantisi değil. Bunun birinci şartı Türkiye'nin yeni bir yapılanma içine giren dünya ekonomisinde kendisine güçlü bir konum edinebilmesidir. Kastedilen yalnızca hükümetin
akıl almaz bir vurdumduymazlıkla izlediği dünyadaki finansal ve ekonomik sarsıntının etkilerinden kurtulmanın yolunu bulmak da değil.
AB sürecinde rehavet Bunun da ötesine giderek Türkiye'nin ekonomik kalkınması hakkında yeni bir hikaye bulmak gerekiyor. Bu hikayeye uygun eğitim felsefesinin oluşturulması, eğitim sisteminin buna göre düzenlenmesi, eğitimiş dünyası ilişkisinin tanımlanması ve devletin teşvik anlayışının yenilenmesi gündeme geliyor. Türkiye teknoloji üreten, katma değeri yüksek üretim ve hizmet sunar hale gelmediği taktirde
dış politikadaki ihtirasını taşıyacak maddi temele sahip olamayacaktır.
Yeterince tasarruf edemeyen bir toplum bu açığını kapatmak için yabancı sermayeye ihtiyaç duyar. Bunu çekebilmek içinse yatırım ortamınızla, hukuk düzeninizle, siyasetinizin sorun çözme yöntem ve kapasitesiyle cazip bir ülke olmanız gerekir. Türkiye açısından bu son koşulların var olduğuna inanılmasının somut göstergesi
AB sürecinin devam etmesidir. Bu süreç aynı zamanda Türkiye'deki tüm toplumsal fay hatlarının rejim krizine yol açmadan çözülebilmesini mümkün kılacak çerçevedir.
Hükümetin ve dış politika danışmanlarının AB üyelik sürecini sıradan bir iş düzeyine indirme eğilimleri giderek belirginleşiyor. Kim bilir belki de ABD ile ilişkilerin düzelmesinin de etkisiyle bu rehavet bazı bakanların Türkiye'nin AB konusunda nihai kararını hala vermediğini söylemeleri noktasına varmış.
O zaman uyarıda bulunmak gerekir. AB işini öncelikli görmeyen bir dış politika yaklaşımının, iddialarının büyüklüğüne rağmen istediği hedeflere varması mümkün olmayacaktır.
Uzun yıllar Fransa'da yaşayan, Türkiye üzerine çok değerli yazıları ve kitapları bulunan, tanıma keyfini tattığım, dost olduğum Semih Vaner'i kaybettik. Allah rahmet eylesin.
Yayın tarihi: 14 Şubat 2008, Perşembe
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/02/14//haber,FC576192B2B44D1787CD56B3408ABE5D.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.