| |
Yeni zamanlar eski zamanlara pek benzemiyor...
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, önümüzde iki tercih vardı. Ya "Emperyal kimlik" bir kenara itilip her şeye sıfırdan başlanacaktı. Ya da "Osmanlılık" Cumhuriyet'in içeriğinde sürdürülecekti. Cumhuriyet'i kuranlar, birinci tercihi seçtiler. Çok dillilik, çok dinlilik, çok milliyetlilik geride bırakıldı. Lozan'da kabul edilen sınırlar, "Misak-ı Milli"nin sınırları olarak benimsenip, bunun dışındaki her iddiadan ve haktan vazgeçildi. Uluslararası konjonktürün izin verdiği Boğazlar Rejimi ve Hatay örneklerindeki düzeltmeler dışında, Lozan'ın revizyonu talep edilmedi. 1947'de 12 Ada İtalya'dan alınıp Yunanistan'a verilirken bile bu sadece izlendi. Kıbrıs'ın statüsünü Londra ve Zürih Antlaşmaları ile, Yunanistan ve İngiltere'nin katılımında 1960'ta değiştirdik. Bunu da 1974'te tek başımıza yine değiştirmeye kalkıştığımız için, sorun hala dış politikamızı ipotek altında tutuyor.
KURULUŞ PROJESİ Sanıldı ki, sadece Rum, Ermeni ve Yahudi Türkiyeliler "Azınlık" olarak kabul edilince, Türkiye mozaiğinin çok renkliliği bir anda yok olacak. Zannedildi ki, din Diyanet İşleri'nin yetki alanına bırakılınca, mezhepler, tarikatlar, cemaatler ve gelenekler, "Laik Cumhuriyet"in resmi ideolojisi içinde eriyip buharlaşacak. Ama zaman içindeki gelişmeler, "Kuruluş"ta tasarlanan projeye uygun olmadı. Zaten ne siyaset, ne de diplomasi "Gerçek" denilen ve arkasında engin tarihin birikimlerini taşıyan olguları bir anda buharlaştırabilir. Şimdi yeniden bu gerçekle karşı karşıya bulunmaktayız. Balkanlar'da, Ortadoğu'da, Kafkaslar'da ne olursa, bundan şu ya da bu şekilde etkileniyoruz. Balkanlar'da ırkçılık olunca, oranın Osmanlıları bize göç ediyor. Bu Balkan Savaşı'nda da, 2'nci Dünya Savaşı'ndaki Çetnik vahşetinde de, Bulgaristan'daki Jivkov şovenizminde de, Bosna'daki Sırp kasaplığında da böyle oldu. Kerkük'teki hak iddialarımız da Osmanlı geçmişimizden kaynaklanmıyor mu? Veya neden Azeri-Ermeni çatışmasında, tutumumuz Bakü'den yana? İçeride ise sade "Laiklik" yorumu üzerinde değil, "Üst-alt kimlikler" konusunda da henüz bir nihai uzlaşmaya varamadık. "Kürt realitesi"ni, nasıl "Bölücü terör" den soyutlayabileceğimizin yollarını hala aramakta değil miyiz? Siyaset yapanlara ve düşünce üretenlere, bu gerçeklerin ışığında, Cumhuriyet'in kuruluşundakine benzer çapta büyük görevler ve sorumluluklar düşüyor.
BÜYÜK DEVLET "Osmanlı kimliği"nin bütün öğeleri, tüm ağırlıkları ve problemleri ile, 21'inci yüzyılda Cumhuriyet'in de sorumluluk alanına çökmüşlerdir. Emperyal değil ama "Büyük" devlet olmak, Türkiye'nin kaderinin bir öğesidir. Nasıl İngiltere imparatorluğun bütün gereklerinden soyunmuş olmasına rağmen hala bir imparatorluğun politikasını izleyen bir görüntü vermekteyse, Türkiye'nin durumu da bunu kaçınılmaz kılıyor. Dışarıda da, içeride de, "Kuruluş"ta yok sayılan bütün gerçekler, tüm ağırlıklarıyla karşımızdadır. Türkiye Cumhuriyeti'nin hemen hemen bütün ulusal sorunları, aynı zamanda uluslararası sorunlardır da. Bu durumun gündemimize getirdiği zorlukları aşmanın en akılcı çözümü AB ile entegrasyondur. Bu şekilde bizim sorunlarımız Avrupa'nın da sorunları olur ve birlikte çözüm, tek başına olmaktan daha kolaylaşır. Bunu önce Yunanistan, sonra da Kıbrıs Rumları başardı. Şimdi Ege de, Kıbrıs da, birer Avrupa meselesi haline geldiler.
KOORDİNATÖRLÜK AB'ye üyelik sürecinde ise, Türkiye Cumhuriyeti, asla Ortadoğululuğa heves etmemelidir. İçerideki demokratikleşme süreci aksatılmamalı, dış politikada her adım müttefiklerimiz ve özellikle Avrupalı ortaklarımızla dayanışma içinde atılmalıdır. Özellikle Ortadoğu'da gelişen, sonunda İran'la ABD'yi karşı karşıya getireceğe benzeyen, şu anda merkezinde Irak ve Lübnan'ın bulunduğu ve Şii-Sünni çatışmasına dönüşmeye başlayan dramatik tablo, bu önerimizi kaçınılmaz kılıyor. İçeride tırmanan bölücü terör eylemlerini, bu tablodan soyutlamak da pek mümkün değildir. Nitekim Irak'taki Amerikan askeri varlığının yansımalarını da, içerideki bölücü teröre karşı oluşturulan bir "Koordinatörlük" ile hissetmiyor muyuz?
|