Viyana tepelerinde
Tuna'nın kıyısındaki, rengarenk sevecen kuleli, Miro'nun resimlerine benzeyen asimetrik bir binayı gösteriyorlar. Mimarlık dünyasını tezleri ve yapılarıyla sarsalayan aykırı Avusturyalı mimar Hundertwasser'in bir eseri bu... Ama geleneksel zarafetin doruğunu oluşturan kentte böyle çarpıcı bir yapının "çöp fabrikası" olduğunu duymak da gördüklerimiz kadar şaşırtıcı... Viyana, çöpü kendi kültürünün en önemli yaratıcılarından biri marifetiyle bir estetik tapınağa dönüştürebiliyor. Üstelik kentin içindeki bu çöp fabrikasındaki enerji kent merkezinin sıcak suyunu sağlıyor. Eski senyörlere ait saraylar sandığınız binaların hapishane olduğunu öğrenmek kadar etkileyici bu...
***
Habsurburglar'ın müzeye dönüştürülen saraylarındaki resimlere bakarken bu anlayışın tarihsel bir başka boyutunu görüyorsunuz. Kraliyet ailesinin özel koleksiyonu, en ünlü yaratıcıların resimlerinden oluşuyor. Kraliyet ailesinin özel koleksiyonunun dünya çapında bir kültür hazinesi olduğu bir ülkenin çöp fabrikası ve hapishaneleri de bir başka oluyor tabii...
***
Yakın zamana kadar hastane olarak kullanılan Viyana Üniversitesi'nin soyluların kış bahçelerini andıran kampüsünde Avrupa Parlamentosu milletvekili Hannes Swoboda ile birlikte Avrupa sürecinde Türkiye ve Kürtler konusunu tartışmak için birlikteyiz. Yaban ellerdeki Türkler'in, Türkiye ortamının daha gerisinde kaldıklarını, değişimin nabzını tutamadıklarını, yeni bir atılım yerine eskiyi tekrarla yetindiklerini ve dünyaya kendi din ya da ırk aidiyetleri üzerinden baktıklarını, "dünya vatandaşlığı" gibi bir hedefin de şimdilik epey uzakta seyrettiğini görerek üzülüyorum. Zamanın bu soruları halledeceğinden emin olarak Viyana'nın insanı koynuna alan usul zarafetine dönüyorum.
***
Viyana'yı çevreleyen tepelere vuruyoruz. Didar, "Mozart'ın kahvesinden" söz ediyor. Laf arasında söylenen "Mozart'ın kahvesi" sözünü programın ana hedefine dönüştürüyoruz. Kahlenberger semtine yöneliyoruz. Aradığımız kahveyi bulamıyoruz ama müthiş bir sürprizle karşılaşıyorum. "Yaşam Alanı", üzüm bağlarının kıyısında, kenarında izleyicilerin oturacağı birkaç basamağın yer aldığı, belli aralıklarla farklı ağaçların dikildiği ve her ağacın önünde minik hoparlörlerin bulunduğu bir mekan... Bu hoparlörlerin üzerine günler ve aylar yazılmış. Kendi doğum gününüze isabet eden ayı ve günü bulunca arkasında yer alan ağaç ile özdeşleşiyorsunuz. Hoparlörden duyulan sesin anlattığı ağacın nitelikleri, sizin de karakterinizin özelliğini belirtiyor. Benimkine, Noel'deki evlere konan çam isabet ediyor. Özelliklerinden memnun kalıyorum.
***
Araya sora sonunda Mozart'ın izine daha aşağılarda ama gene hemen üzüm bağlarının içinde rastlıyoruz. Patika irisi bir yoldan yukarı tırmanınca sizi teraslı bir kahve karşılıyor.. Ama kahve bugün kapalı... Henüz bağbozumunun hışmına uğramamış bağlardan kırmızı ve siyah üzümleri tadıyoruz. Tuna, hemen aşağımızda akıyor. Viyana'da yeni bir şey daha öğreniyorum. Hasatın hemen ardından yapılan taze kırmızı şarabın piyasaya sürülmesi öğrencilik günlerimden bu yana değişen yılların değişmeyen bir durağı gibidir. İlk hasatın üzümünü bekletmeden buruk tadıyla şişelemek bir Fransız icadıdır. Beaujolais olarak da ünlenmiştir... Viyana'da bu geleneğin beyaz üzümle olanına rastlıyorum. Üzüm suyuna benzeyen, bulanık görünümlü bu içkiye "Sturm" diyorlar. Yaşamın izlerini sürerken ardımda bıraktığım simgesel çakıl taşlarının arasına Sturm'u da ilave ediyorum.
***
Patikamsı yoldan aşağıya indiğimizde, sokağın başında asılı bir plakette, 1781 yılında Mozart'ın babasına yazdığı bir mektuptan alınmış bir cümle var... 25 yaşındaki Mozart, Viyana'ya bir saat uzaklıkta oturduğunu vurguluyor... Oturduğu yer Reisenlberg. Şimdi arabayla kent merkezine sadece on dakika. Tuna... Pastırma yazı... Viyana bağları... Strudel... Mozart.. Mozart'ın yirmi beş yaşı... Sonbaharın ruhunu paylaşan dar sokaklar, pastel renkler, buranın aristokrasisinin buralara sinmiş gizemli zarafeti... İnsan Viyana'yı seviyor.
|