Amelie'nin Eylülü
Bu yazıyı, eylülü geride bıraktığımız 1 Ekim Cuma günü, sonbahar güneşinin bir salınıp bir kaybolduğu öğle üzeri yazıyorum... Sabah gazeteleri okurken, eleştirmenlerin tüm zamanların en iyi Fransız filmlerinden biri olarak değerlendirdiği Amelie'nin akşama televizyonda oynayacağını gördüm... Ben sadece filmine değil, müziğine de bayılırım...
*** Filmdeki zekice buluş ve kurgu, bana Sermet Çağan'ın "Ayak-Bacak Fabrikası" adlı piyesini anımsatmıştı... "Volare, volare" adlı filmi de Amelie ile birlikte anımsarım... "Volare, volare"de bir karton film seslendiricisinin sokaktan "ses toplamaya" çalışan yapımcısı ile başlıyordu... Sonrası o başlangıcın temposunda gitmese de o filmi de hafızamda zeki buluşların durduğu dosyada saklarım... Amelie, "küçük şeylerden mutlu olmayı bilen" bir genç kızdır... Bu mutluluğunu etrafa dağıtır, onların mutlu olmasından daha da mutlu olur... Bir yandan da gerçek sevgiyi arar... Küçük şeylerden mutlu olmayı bilen Amelie'- nin filmdeki unutulmaz iyimserliğini, giden eylülle gelen sonbahara uygular gibiyim...
*** Belki de bu ruh halinden dolayı, bu yıl, eylülün gelişinde beliren "berrak ve serin" ışıklarla hüzünlenmedim... Sonbaharın keskin ve uzak ışıklarını eylül ile özdeşleştirmedim... Doğrusu, laf aramızda, gidişine de hayıflanmadım... Amelie gibi eylülün ve sonbaharın "küçük şeylerinden" mutlu olmaya çalıştım...
*** Hani bazen olur ya, bir yandan henüz güneş batmamıştır ama öte yandan ay ürkek yüzünü göstermeye başlar... Bu eylülde de böyle manzaralar gördüm... Gece karanlıklarında köşeyi döndüğümde karşıma çıkan ampullerle aydınlatılmış karpuz sergisiyle, ertesi gün koşuştururken rastladığım kestaneci, aynı gökyüzünde gözüken ayla güneş gibi aynı günde gözüken iki ayrı mevsimdi. Üniversitenin muhteşem bahçesindeki arabamın üzerine düşen sonbahar yaprakları ise asıl mevsimin hangisi olduğunu gösteriyo
*** Bu sene belki de diğer yıllardan farklı olarak eylüle acele bir "Merhaba" dememem, gitmesine "Hay Allah" diye hayıflanmamam, sonbaharın kendine özgü işaretlerinin peşinden Amelie gibi "küçük şeylerin" tadını çıkararak koşmamdan kaynaklandı... Palamut onlardan biri... Palamut, bir yanda karpuz sergisi, bir yanda "kestane kebap" gibi mevsimsel bir çelişki oluşturmaz... Ağustos ortalarında çıkar, sonra sanki hiç kaybolmayacakmış gibi balıkçı tablalarını kaplar, sonra da sırra kadem basar... İnsana her defasında Tanrısal bir güçle "yaşam enerjisi" veren Boğaz'ın "lezzet kurumlarının" en köklülerinden olan "Aleko'da", resmi adı ile "Park Restoran"da, bir öğlen Kemal Derviş'in önemli araştırmasını paylaşmak için toplandığımızda, palamutların artık "takoz" diye adlandırılan şekliyle dilim dilim yeneceğini fark ettim... İlk başlardaki çelimsiz halleri geçmiş, olgunluk dönemine ulaşmışlardı... Bunu izlemek eylülün gitmesine hayıflanmaktan, sonbahara iç geçirmekten belki daha oyalayıcıydı ve Amelie'nin tavrına uygundu.
*** Bir eylül daha gitti... Acaba kaç eylül kaldı? Hayır bunları da sormayacağım... Bugün cuma... Akşama televizyonda Amelie var... Berrak ve serin ışıklar... Keskin ve uzak ışıklar... Giden karpuz sergisi, gelen kestane kebap... Filetodan takoza dönüşen palamut... Şehvetli incirler... Amelie filmindeki zeki kurgular gibi yaşamı süsleyen parçalar... Hayır, hayır, bu sene gelene "Merhaba" demedim, gidene de "Güle güle" demeyeceğim... Eylül, ekim, sonbahar... Amelie gibi mutlu olmaya çalışacağım...
|