Sessiz sedasız İstanbul'a döndüm
Nihayet evimdeyim. Bu hafta sonundan itibaren sizlere İstanbul'dan 'merhaba' diyebilmenin heyecanını yaşıyorum
Köşemin adı bu haftadan itibaren "Filiz'den Mektuplar" olacak. Çünkü ben Amerika'dan saçsız başımı saklayan bir eşarp, mikroplardan sakınmak için ağzımı ve burnumu örten bir maske ile sessiz sedasız İstanbul'a döndüm. Bu hafta sonu evimden sizlere 'merhaba' diyebilmenin, yaşadıklarımı sizlerle paylaşabilmenin mutluluğunu ve heyecanını yaşıyorum. Bugün belki güzel bir yaz günü. Sıcaklar, çiçekler, denizin muhteşem görüntüsü içinde biraz terleyerek yazmaya çalışıyorum. Herkes belki sıcakların tekrar gelmesini diliyor; yanmak, denize girmek için. Bense ayıp olmasın diye susuyorum. Ama içime sorsanız "Ne olur daha serin olsa, hatta belki yağmur yağsa, hani şöyle bir ürpersek" diye geçiriyorum. Çünkü midem bulanıyor, sıcakta kendimi pek iyi hissetmiyorum. Böyle diye diye iyileşeceğim inşallah. Şu sıralarda hala tüpten besleniyorum. Hatta su bile içemiyorum. Hepsini mideme takılmış bu tüpten veriyorum. İlaçları da suya karıştırıp enjektörden mideme sıkıyorum. Ağzım ise sadece hele sıcak olunca yalnızca köpürme işine yarıyor gibi kuru ve yara içinde. Aslında burnumdan başlayarak bütün ağzım boyunca yara. En ufak bir sıcakta şişiyor o bölge. Epey zor oluyor devamlı çalkalamak. Çünkü gargara yapmak da midemi bulandırıyor. Bir ay beklemem lazımmış. Boğaz ve çevresindeki derimde de radyoterapiden açık ve ağrılı yaralar vardı. Onlar bir haftada dedikleri gibi toparlandı. On, on beş güne kadar yarı sıvı şeyleri ağızdan yemeye başlayıp yavaş yavaş katılara geçebilecekmişim. Bir buçuk aydır suyu bile midemdeki tüpten aldığım için su içme, yemek yeme refleksini hafiften unutmuş olmam söz konusuymuş. Tekrar öğrenirsiniz, mühim değil bunlar. Şu anda neler hissedip neler yaşıyorum, bunları paylaşmak için yazıyorum. Yoksa beterin beteri var, halime binlerce şükrediyorum. Zaten radyoterapi sonrasında yaşadıklarımın yanında hiç kalır bunlar. Radyoterapide demir döküm bir yatak var. Yatak ucuna doğru boynu koymak için bir çıkıntı konmuş, plastikten. Ellerin hizasında ip gibi kalın kemerli sanki kelepçe gibi vücuda bağlanan birtakım aletler var. Bu, cumartesi ve pazar hariç, her gün 08.00-08.30'da yapılıyor. Gayet yiğit bir kadın olarak gık demeden bağlanıyorum. İşaretlemelerden sonra alnımı, burnumu, ağzımı, çenemi boynumu içine alan tel maske ile büst gibi içine yattığım yere çıtçıtlayarak iyice gergin hapsediyorlar beni. Bu taraftan ışıktan lazerler dolaşırken üstümde (ki bunlar dev bir teleskopun üstünde baş hizasında oluyor) bir taraftan da bir dakikanın ne kadar uzun olduğuna şaşırıyorum. Omzu boyundan ve radyasyondan uzak tutmak için kelepçeli bantla bacaklardan aşağı doğru o kadar gerdiriyorlar ki. Dayanması çok zor. Halbuki tedavi sırasında deniz kenarında yattığımı, yüzüme kadar gelen ılık dalgaların kötü hücreleri alıp götürdüğünü sonra tekrar tekrar gelip gittiklerini düşünmek istiyorum. Her ışının değdiği yerde kötü hücre varsa mısır patlağı gibi patlattığını, onların yerine çiçekler açtığını düşünmek istiyorum. Ama ne mümkün? Bileklerim o kadar acıyor ki. Oradan çıktıktan sonra burundan başlayan boynumun omuzla birleştiği yere kadar güneşte yanmış gibi, hatta kaynar suyla haşlanmış gibi kızarıklıklar oluşuyor ve terapiden sonra yanıklar için özel kremler Aquafort ve Biafine'i sürüyorum. İşin kötüsü her gün suyla, sabunla yıkayıp tekrar tıpış tıpış yaktırmaya götürüyorum. Zaten şimdilik bu hastalığın tedavisi iyi dokuyla onu daha çok beraber yakmak veya vücuda zehir vererek daha çok zehirlemek. Büyümeye meraklı ve obur oldukları için daha çok zehirleniyorlarmış. Boynumdakiler birinci kemoterapiden sonra yok oldu. Doktorlarım çok seviniyorlar. Bu kadar duaya, reiki enerjisine, güzel duygulara dayanamayacaklarını ben biliyordum, bana sürpriz olmadı. Sizlere bunları yazmaya çalışırken alnım ve başım ter içinde kaldı. Halbuki saç yok, baş yok. O keltoş halimle nereden çıkıyor bu kadar ter? Haftaya en zor tarafını ve çanı çalışımı anlatacağım. Sevgiyle ve sağlıcakla kalın.
|