Kanije'den NATO'ya
Ülkemizin nüfusuna kıyasla 'bir avuç' diyebileceğimiz solcuya göre Türkiye'yi ve İstanbul'u kirleten NATO zirvesi, genellikle solculuktan liberal hidayete ermiş yükselen değer yorumcularına göre ise aksine hepimizi onurlandırmıştır. Hangi tarafın haklı olduğunu, zirvenin ana sonucu cevaplıyor: - Bir iki çatlak sese rağmen NATO'nun küresel ABD polisi olarak görev yapması - zor yapacak ya - kabul edilmiştir! Fransa'nın etkisiz muhalefeti, Rusya'nın göstermelik yan bakışı, şimdilik herhangi bir itiraz şerhi düşmeyi gerektirmez. İstanbul zirvesi, NATO'yu fiilen ABD'nin keyfince kullanabileceği bir 'nükleer polis örgütü' düzeyine indirmiştir. Pentagon ve akıl hocaları artık BM Güvenlik Konseyi'nin vetocu üyeleri ile uğraşmak zorunda kalmayacak.. Hesapları bu. Ne var ki görev sahasının böylesine genişletilmesi, NATO'nun anlamı, gereği ve geleceği olmadığı gerçeğini değiştirmeyecektir. Üyelerin kağıt üzerinde 'müttefik' konumunda görünüp, çeşitli gizli ve açık mekanizmalarla gerçekte tamamen ABD kuklası haline getirilmiş bulunmaları da 'küresel merkez'in hülyalarını gerçekleştirmesine yetmeyecektir. Küçüleceği yerde büyümeyi seçen NATO uzun süre varlığını koruyamaz. Artık arkasında komünizm öcüsünden korkan halklar yok.. Hatta gerçekte Amerikan halkı bile yok. Sadece büyük kapitalistlerin çıkarlarını korumak için bu çapta bir örgüt yaşatılamaz. Dev silah sanayilerinin ve büyüklükleri -KİT türü- iktisadi hastalık boyutlarına varan uluslararası şirketlerin karlılığı bile, yayıldığı her yerde etkin olabilecek güç ve kapasitede bir NATO'nun maliyetini kaldıramaz. İstanbul zirvesi, NATO'ya tekrar, hiç değilse Soğuk Savaş yıllarındaki kadar inandırıcı bir 'varlık hikmeti' bulunamayacağını kanıtlamıştır. (Evet, 'Soğuk Savaş yıllarındaki kadar' çünkü, ABD ile SSCB arasındaki nüfuz alanı paylaşmaları, Yalta muhabbetleri unutulmuş değil..) Örgüte tekrar 'varlık hikmeti' geliştirilemeyeceğinin tesciline sahne olduğu için İstanbul Zirvesi'ne ileride 'tarihi' diyebiliriz.. Geride kalan en temel gerçek budur.
***
Bu zirve ile ilgili olarak medyada ve halk arasında en çok anılan üç ülke var: Birincisi örgütün sahibi ABD.. İkincisi ev sahibi Türkiye.. Üçüncüsü de aykırı söz sahibi Fransa.. Diğerlerinin esamisi bile okunmuyor. Odun kesicinin gönüllü hık deyicisi İngiltere ile özürlü muhalif Almanya gibi önemli ülkeler dahi bizden sönük kalmışlardır! Nitekim; Detroit orada ise İstanbul buradadır! Bizlere, Mehmet Okur'un adını anma şerefini bahşeden yüce başkan Bush bu zirvede hangi Alman veya İngiliz sporcunun ismini ağzına aldı ki?
***
Böyle önemli toplantılara ev sahipliği yaptıktan sonra organizasyon başarımızla övünme adetimiz canımı yakıyor. Her sefer kendimi Tiryaki Hasan Paşa gibi hissediyor, misafire ayıp olmasın diye ödülümü başıma koyarken onurumun yerle bir edilişine kahrediyorum. Kusursuz bir zirve düzenlemişiz.. Allah Allah; bu kadar küçük bir millet ve bu kadar basit bir ülke olarak nasıl da becermişiz değil mi? Helal olsun bize.. Kendisi gibi hissettiğim Tiryaki Hasan Paşa da kim ola? Kanije kalesini başarı ile savunduğu için sultan (3.Mehmet) tarafından vezirlik payesi ile taltif edilen Tiryaki Hasan Paşa, ahir ömründe gelen bu onurla sevineceği ve gurur duyacağı yerde ağlamaya başlar. - Paşa niye ağlıyorsunuz? - Nasıl ağlamayayım ki?! Bu yüce devletin çok şerefli bir rütbesi olan vezirlik, böyle küçük bir kaleyi koruyan yiğitlere kumandanlık eden benim gibi sıradan birine kadar düştüyse vah o devletin haline! Belki tarihi bir gerçek, belki de sonradan üretilmiş bir yakıştırma.. Fakat her durumda bir ibret kulesi! Bendeniz de bu zirve sırasında ve sonrasında ülke olarak aldığımız kıytırık iltifatlarla coşan ve coşturan, yüce Bush hazretleri ile fotoğraf çektirmek için koşan ve koşturan meslektaşlarımın hakir ve fakir bir temsilcisi sıfatıyla öfkeden ağlıyorum.. Batı'nın övgüleri ile başım dönmüyor, nevrim dönüyor! Ayine-i devran kim bilir bize daha neler gösterecek?
|