| |
|
|
NATO Zirvesi'ne öfke ve tepki bir "Çocukluk Hastalığı"na dönüşmesin!
Siyasetin ve hatta ideolojilerin bile "Çocukluk Hastalıkları" vardır. Bu "Çocukluk Hastalıkları" kavramını siyaset sözlüğüne sokan kişi, Lenin'dir. Komünist Enternasyonal'in 1921'deki 3'üncü Kongresi'nde Lenin kürsüye çıkmış ve delegeleri "Sağ sapmalar" ile "Solun çocukluk hastalıkları"na karşı uyarmıştı. Daha önce de 1920'de "Sol komünizm, bir çocukluk hastalığıdır" diye, ilk kez bu tezi yazıya dökmüştü. Çünkü, Rus komünistleri yönetimi ele geçirmişler ve "Sovyet Rejimi" içinde bu iktidarı konsolide etmeye çalışıyorlardı. Komünist ütopya, onlar için artık ideolojik ve stratejik, vadesi belirsiz bir pazarlama aracıydı. Önemli olan devleti iyi yönetmek, üretimi artırmak, asayişi sağlamak ve vatandaşlara iş ve aş bulmaktı. Aslında bu aşamaları her ülke, her siyasi parti ve her lider yaşar. Örneğin 1919'un 19 Mayıs'ında Samsun'a çıkan Mustafa Kemal için öncelikli hedef emperyalizmi yenip, istilacıları Anadolu'dan kovmaktır. Ama 29 Ekim 1923'de Cumhuriyet'i kuran Mustafa Kemal için hedef, devleti istikrara kavuşturmak, Batı dünyası ile anlaşıp, onların dünya görüşünü Türk toplumuna uygulamaktır. Eğer birileri 1925'te ortaya çıkıp "Kurtuluş Savaşı'nı sürdürelim" derse, bu çok açık bir "Çocukluk Hastalığı"dır. Hele bu birileri 2004 yılında "2'nci Kurtuluş Savaşı'nı başlatalım" diyor ve Türkiye Cumhuriyeti'nin müttefiklerine karşı anti-emperyalist cihat ilan etmeye kalkışıyorlarsa, çocuk hastalığından öteye, kalıcı bir beyin sarsıntısından söz edilebilir. Sözü, bu ayın sonundaki NATO'nun İstanbul Zirvesi'ne, Irak'taki duruma ve Türkiye'nin dış ilişkilerine getirmek istiyorum. Hepimiz şu son 15-20 yılda, haritaların nasıl değiştiğini, "Meşru" sayılan rejimlerin, iç ve dış müdahalelerle nasıl yok edildiğini gördük. Dünya, sosyo-politik bir deprem çağında. Napolyon savaşları sonrasında, dünya savaşları öncesi ve sonrasında hep görüldü benzeri gelişmeler. Bu kez, silah patlamadan bir imparatorluğun (Sovyetler) çöküp parçalandığını, iç savaşlarla ülkelerin (mesela Yugoslavya) bölündüğünü, asimetrik tehdit kavramı ile, terörizmin (11 Eylül 2001 saldırısı) global dengelerin merkezine oturduğunu gördük. Irak'a Amerikan-İngiliz askeri müdahalesi, bu süreçteki sadece bir gelişmedir. Devrik diktatör Saddam Hüseyin bu sürecin özünü kavrayamadığı için, koltuğundan ve iktidarından olmuştur. İşbaşındaki diktatör Pervez Müşerref, gelişmeleri iyi algıladığı için, şu anda Amerika'nın en iyi müttefikidir. Suudi rejimi, en iyi müttefik olmasına rağmen teokratik-ideolojik yapısının sonucu, esnek davranamıyor ve tartışmaların odağında. İşte İstanbul'daki NATO Zirvesi'nde, yeni NATO'lu eski Doğu Avrupalılar'ın da katılımı ile, "Yeni Dünya Düzeni"nin gerçekleri konuşulacak. Yeniden yapılanması gereği ortaya çıkan Birleşmiş Milletler'in, son Irak konulu Güvenlik Konseyi Kararı'nın ışığında, belki NATO bir uluslararası polis kuvveti haline gelecek ve belki Irak ve hatta tüm Körfez, görev alanına girecek. Eğer birileri hala kendilerini "Soğuk Savaş" döneminde zannedip "NATO'ya Hayır" sloganlarında ölçüyü kaçırırlarsa, bu çocukluk hastalığının teşhisi, "Anarşizm" şeklinde olabilir. Proudhon'un, Bakunin'in, Kropotkin'in söylemleri ile, 21'inci yüzyılın karmaşasına yaklaşmanın, ciddi ve tutarlı bir izahı herhalde olamaz. Bu gerçeklerin ışığında, NATO'nun İstanbul Zirvesi'ne öfke ve tepki ile değil, ne olduğunu anlamaya çalışarak bakmayı öneriyorum. Unutmayalım... Bu zirvede Türkiye bir figüran değil önemli bir aktör. Daha da ötesi "Ev sahibi"yiz.
|