1989 devriminin son durağı
1Mayıs 2004, yalnızca bir zamanlar ki anlamından ve cazibesinden geriye pek bir şey kalmamış işçi bayramı değildi. Aynı zamanda bu 1 Mayıs, ABD Başkanı Bush'un Lincoln uçak gemisine inip, havacı kıyafetiyle Irak'ta büyük savaş muharebelerinin bittiğini ilan etmesinin birinci yıldönümüydü. Felluce'ye yönelik ciddi bir askeri operasyonun beklendiği ve tutuklanan Iraklılar'a yapılanların fotoğraflarla belgelendiği bir günde, geçen senenin bu erken zafer kutlamasının anlamsızlığı ve hatta tacizkarlığı iyice sırıtıyor. Kuskusuz bu tarihin asıl önemi AB'nin on yeni üyeyi bünyesine aldığı gün olmasından kaynaklanıyordu. Bu şekilde aslında yüzyıllardır süren ancak Soğuk Savaş sırasında kemikleşen Avrupa'nın bölünmesi büyük ölçüde giderilmiş oldu. Batı Avrupalılar, Orta ve Doğu Avrupalılar'a olan tarihsel borçlarını bir bakıma bu üyelikle ödedi. Soğuk Savaş'ta Macaristan'daki kahramanlara yardıma gitmeyen, Çekler'in direnişine seyirci kalan, Polonyalılar'ın bir işçi hareketiyle yarattığı özgürlük alanının yok edilmesine fazla ses çıkarmayan Batılılar, 1989 sonrasında doğru davrandı.
Cömertlik ve çıkarlar AB, Fransız Devrimi'nin iki yüzüncü yıl dönümüne denk gelen o muhteşem yılda meşruiyeti sıfırlanmış rejimlerin ardı ardına yıkılmalarından sonra elini Doğu'ya cömertçe uzattı. Genişleme kararını vererek bu ülkelerin Leninist diktatörlükten demokrasiye, plan ekonomisinden piyasa ekonomisine geçebilmelerini kolaylaştırdı. Tüm bunlar bir bakıma AB'nin kendi güvenliği için de yapılıyordu. Birlik, çevresinde bir istikrar alanı yaratarak kendi istikrarını da garantiye alıyordu. Yugoslavya'nın kanlı parçalanması Orta ve Doğu Avrupa'nın benzer bir kadere kurban gitmemesi yönündeki iradeyi güçlendirmişti. Ancak iş yalnızca bundan ibaret de değildi. 1980'li yılların ortalarında Orta Avrupa ülkelerinde Avrupalılık tartışması hararetlenmişti. Bir yanıyla Helsinki nihai belgesinin insan haklarına yaptığı vurgudan güç alan diğer yanıyla ise Polonya'daki Dayanışma sendikası deneyiminden esinlenen bu ülkelerin entelektüelleri Avrupa'yı tartıştı. Bu tartışmayı yaparken yalnızca kendi Avrupalılıklarını savunmanın ötesine giderek Avrupalılık değerlerinin tanımlanmasına önemli bir katkıda da bulundu. Avrupa hülyası geçildi Baltık ülkeleri bu tartışmalarda taraf değillerdi ancak başından beri Sovyet ilhakına direnmiş olmanın kendilerine verdiği mağdurluk halesini taşıdılar. Kıbrıs ve Malta ise bir Avrupa tahayyülünün içinden hiç konuşmadı. Kıbrıslı Rumlar'ın AB değerlerini ne ölçüde sahiplendiği ise son referandum sırasında ortaya çıktı. Zaten hantal bir yapılanması olan AB'nin bu genişlemeyle tümden kilitlenmesinden korkanlar var. Yeni gelenler göreli olarak fakir, dinamizmleri düşük ülkeler. Ama her şeye rağmen bir Avrupa hülyasının ve kıtanın siyasal birliğe gidişinin önemli bir dönemeci geçildi. Son genişlemeyle ilgili yapılan hemen tüm yorumlarda Türkiye ve Aralık ayındaki müzakere hakkındaki karar tartışıldı. Türkiye ile müzakerelere başlamanın Avrupa tanımlamasında radikal sayılacak bir değişiklik anlamına geleceğini muhalifi-muvaffiki herkes kabul ediyor. Bu tartışma sürecek. Muhtemelen de Chirac'ın konuşmasında özetlediği şekilde üyelik için istek olmasa da müzakerelerin önü açılacak. Tam bu noktada Türkiye'ye düşen ise Avrupalı olmanın anlamını ve AB içindeki bir Türkiye'nin bu birliğe ve değerlerine neler katacağını tartışmak ve AB kamuoylarıyla paylaşmak olmalıdır. Kadınlardan korkan, eşitliği sindiremeyen milletvekillerine, 21'inci yüzyılın siyaset ve adalet anlayışını anlamamakta direnenlere rağmen bu gerçekten kaçınılmaz bir görevdir.
|