Heyelan
Cumartesi günü yapılan referandum gerçekten de yalnızca Kıbrıs'ın geleceğinin oylanmasından öte bir anlam taşıyordu. O akşamdan itibaren KKTC'de yaşayanlar açısından koşulların ve yaşam parametrelerinin değişmeye başladığına kuşku yok. Bunun ne denli iyi ya da kötü olduğu da zaman içinde görülür. Önemli noktalardan birisi, Kıbrıslı Türkler'in kendi kaderleri hakkında ilk defa söz sahibi olma imkanı bulmalarıydı. Çıkan sonuç bugünün dünyasında insanları, vatandaşları hiç kaale almadan siyaset üretmenin ne denli bir sakillik olduğunu gösterdiği için de önemliydi. Türkiye'de başlayan tartışma ise Kıbrıs konusu üzerinden Türkiye'de uluslararası politikayı değerlendirmede ne derin bir bölünme ve bazen de samimiyetsizliğin hakim olduğunu sergiledi. Benzer şekilde Kıbrıs meselesinin Türk siyasetinin bir kırılma noktası olduğu gerçeği de ayan beyan ortaya çıktı. Cumartesi ortaya çıkan sonuçlar Türkiye'de 2002 seçimleriyle başlamış olan güç kaymasının neredeyse heyelan boyutlarına vardığını da gösterdi. Aslında AKP'nin dışında kalan partiler ve siyasi aktörler açısından yeni tarz siyaset etme gereğinin ayan beyan ortaya çıktığı bir durumla da karşı karşıyayız.
Normalleşme adımları Dış politika alanında ise en azından bazı gözlemciler Türkiye'nin diplomasiyi kendi açtığı alanlarda yürütebiliyor olmasından memnuniyet duydu. Bundan sonrasında benzer bir yaklaşımla KKTC'nin tükenmeden normalleşmesi için adım atılması gerekir. Çeşitli formüllerle, özellikle de ABD'nin zemin hazırlanması durumunda en azından Aralık ayına kadar Kıbrıs Türkleri açısından önemli sayılacak kazanımlar elde etmek mümkün olur. Aralık ayı AB'nin Türkiye ile ilgili kararını vereceği ay. 2005 yılı içinde müzakerelere başlanmasını sağlanmak için anayasa değişiklikleri yapılacak, yasalar değiştirilecek. Uygulama konusunda da hükümet herhalde daha militan bir tavır benimsemeye başlar.
AB'nin 'içdinamik' hatası Aralık ayında verilecek karar AB açısından zor ve zor olduğu kadar da önemli. AB içinde Türkiye konusunda ciddi bir bölünme olduğu biliniyor. Üstelik yalnızca sağ ve sol arasında değil hemen her kurumda varolan bir bölünme bu. AB'nin ve içindeki siyasi aktörlerin böylesi ağırlıklı bir kararı vermek için gereken siyasi duyarlılığa her zaman sahip olduklarını söylemek ise kolay değil. En basitinden Kıbrıs meselesini tasarlayış ve yönetiş tarzına bakıldığında AB'nin Türkiye'ye yönelik bakışındaki hatalar ortaya çıkıyor. Komisyon üyesi Verheugen'in Kıbrıslı Rumlar'a ilişkin olarak aldatıldığını söylemesini bu bağlamda değerlendirmek gerekir. AB üyelerinin ve AB bürokrasisinin Türkiye'ye bakışında göremedikleri bir boyut var. AB, Türkiye'de gerçekleşen reformların tümüyle kendi teşvikleri veya cezalandırma tehditleriyle gerçekleştiğine inanıyor. Türkiye'de AB'nin de parçası olduğu bir dönüşüm yaşandığını kabul etse de, buradaki iç dinamiği küçümsüyor. Hatta bazen hiç dikkate almıyor. Alsaydı, referanduma bir hafta kala Rum tarafını bırakıp hala Türk tarafı üzerinde baskı kurmak gibi bir vahim yanlışı yapmazdı. Rauf Denktaş'ın tüm tarihi kimliğiyle tarihin dışına düştüğünü görürdü. Türkiye kendisine güveni giderek daha fazla artarak koyduğu hedeflere doğru ilerliyor. Ülkeyi kasvete, savunmacılığa ve ceberrut bir yapılanmaya mahkum etmek isteyenlerin çabalarına rağmen bu ilerleyiş hız da kazanıyor. Bu türden bir dinamizm ise belki de AB sürecinin Türkiye'nin içsel dönüşümüne yaptığı katkıyı görelileştiriyor. Aynı zamanda da Türkiye'nin AB açısından ve hatta dünya sistemi açısından profilini de yükseltiyor. 11 Eylül sonrasının ve Irak savaşının ardından yaşananların tanımladığı konjonktürde Alman hükümetinin gördüğü bu gerçeği, AB bir bütün olarak göremediği taktirde asıl zararı da kendisine vermiş olacaktır.
|