Başımız ağır, yüreğimiz hafif!
Dipsiz Kuyu'da dört gün "hayali sorgu" yayınlandı. Belki sıkılan olmuştur ama ilgi ve şaşkınlık da epeyceydi. "Saddam bu cevapları verseydi" diye yazılanların tümü belgeli-bilgili gerçeklerdi. Hepsi "açık enformasyon"du. "Gerçekler"? Genellikle ne önemi var! Yüzeysellik, genel geçer düşünce, meraksızlık, tahlil yoksunluğu, şablonlar, tevatürler. Hepsi gündelik hayatın çalakalemliğine daha denk düşüyor. İyi ya da kötü, lakin "standart" hayatlara hap gibi "dünya malumatı" daha uygun geliyor. Kötü-iyi karşıtlığının içini kim doldurursa, akıl ve vicdan da elinde esir kalıyor. Bu, "gerçekler" sorununun sadece bir yüzü. Sıradan insan yüzü. Bir de asıl yüzü var.
*** Asıl yüzünde, "hakim düşünce ve düşünme biçimleri" denen var. Bunlar sıradan değil. Tahakküm kuruyor. Hakim olmak, tahakküm kurmak, güce ilişkin bir imkan ya da fırsat. Mesela devlet gücü, devletler arasında bir devletin gücü, devletler ötesi ekonomik güç, medya gücü. Mesele; hayatı, dünyayı, gerçekleri nasıl okumak istediğimizden, "doğru"yu hangi vicdan ve akıl çabasıyla bulmaya çalıştığımızdan öteye sıçrıyor... Israrla nelerin unutturulduğuna, inatla nelere bakılmadığına, neyin gösterilmediğine, kararlılıkla neyin belletildiğine dair güç ve iktidar meselesi haline geliyor. Genellikle bu güçler karşısında sefilleri oynayan, bağımsız düşüncesi, eleştirel bakışı, aklının ve vicdanının dik duruşu pek mümkün olmayan... Maalesef genellikle bunun farkında olmayan "yaşayan ölüler"... "zihinsel cesetler" halinde yere serilmemize rağmen, bedenin iyi-kötü diriliğini "hayatın kendisi" sanan "bizler" varız. Çoğumuz. Güçsüz ama umursamaz. Sorun, uyutmak-uyumak, aldatmak-aldanmak, yutturmak-yutmak ikilemlerinde kişinin uyanabilmesi, anlayabilmesi, yutmamasından ibaret olsaydı keşke. Daha ciddi.
*** Bu zihinsel iktidarlar üstünde -ki ekonomik, siyasi, askeri iktidarlarla da pekişiyor- koca bir dünya yeniden kuruluyor, yeniden üretiliyor; insan aklı ile vicdanı durmadan un ufak ediliyor. Bunun üstünde adına hukuk denen hukuksuzluk... Bunun üstünde adına demokrasi denen anti-demokrasi... Bunun üstünde adına özgürlük denen sürüklenme... Bunun üstünde adına ahlak denen ahlaksızlık... Bunun üstünde adına vatandaşlık denen zihinsel kölelik... Bunun üstünde adına adalet denen derin adaletsizlik... Bunun üstünde adına gerçekler denen yalanlar ağı... Bunun üstünde adına doğru denen vicdansızlık abidesi dikiliyor. Abidenin tasarımcıları, mimarları, yontucuları, taşeronları, ustaları, kalfaları, işçileri; hiyerarşik silsile içinde, birbirine buyurarak, birbirine dolanarak, birbirine sarılarak gücün, kudretin harcı olan "ikna ve inandırma"yı karıp duruyorlar. Herhangi bir kaba diktatörün acımasız itaat talebine karşılık... Yumuşacık, yavşak, kerli ferli, gerektiğinde "meşru maskeli" askeri, zorba... "işte hayat budur, işte demokrasi, özgürlük, piyasa budur, fırsat eşitliği, kültür, bilgi budur, milli budur, enternasyonal budur" diyen, dört koldan kabul ettiren, kabullendiren tahakkümün itaat buyruğu. Niye kabullenmek zorundayız? Neden gerçek adına, gerçek demokrasi, özgürlük, adalet adına yüreğimiz pek titremez? Efsanenin sırrı şu ki, bırakın dünyamemleket meselelerini, gündelik hayatın keyfini, kederini, gündelik hayatın insan ilişkilerini hep benzer yamultulmuş vicdan ve akıllarla kuruyor, tahakküm ve kabullenme içinde idrak ediyoruz. Gerçeği isteyemeyecek kadar, başlar ağırlaşmış, yürekler hafiflemiş!
|