kapat
Anasayfa
|
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
7 Aralık 2008, Pazar
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Çocuk Kulübü Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar Buzz
 
24 Saat
24 Saat
Pazar SABAH  
METİN SEVER

Demirel'in 'insan' hali

Baba figürü herkesin hayatında çok önemli yer tutar. Hepimiz babamızı severiz.
Korkarız da. Çünkü o aynı zamanda otoritenin ve gücün de temsilcisidir. Sadece evin içi değil, dışarısıdır, sokaktır. Bu nedenle olsa gerek hayatta ne kadar uzağa koştuğumuz ve o koşuyu hangi duygularla gerçekleştirdiğimiz; biraz da, babaya duyduğumuz korku ve sevgi denklemini nasıl çözdüğümüze bağlıdır.
Leonard Cohen'in "Bugün babalar günü ve herkes yaralı" sözleri bu nedenle içimize işler.
Ayrıca bu ülke çocukları, babalarıyla olan hesaplaşmanın yaralarını saramazken; çok sayıda 'baba'nın 'istilasına' uğradı. Çok sayıda 'baba'nın 'resmi geçidi'ne maruz kaldı. Ve Cumhuriyet kuşaklarının hayatları, bu 'baba'ların postal, tokat, yalan ve adaletsizlik darbelerinin izleriyle dolu. Bu babaların en 'hası', godfather'ı 'devlet baba'dır. Ona rüştünü ispatlamış en önemli 'babalardan' birisi ise 'bir bilen" olarak yaklaşık 50 yıldır hayatımızın sokaklarında arzı endam eden Süleyman Demirel'dir.

HEP DEVLETİ DÜŞÜNDÜ
Demirel, son olarak Şirin Sever'in gazetemizde yer alan röportajı ile gündeme geldi. Ancak bu sefer sahne alışı biraz farklıydı.
Yine siyasi değerlendirmeleri vardı ama Alzheimer hastası olan eşi Nazmiye Hanım'la ilgili söyledikleri iç burkucuydu.
Şirin soruyor: 'Bu kadar darbe gördüm ama kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim' dediğiniz iddia edilmişti. Doğru mu bu? Demirel yanıtlıyor: Evet, bunaldığım zaman, çaresiz hissettiğim zaman demişimdir böyle şeyler. Çünkü çaresizlikle karşı karşıya olduğumuz kesin. Bu da insanı çok üzüyor.
Ama bu tabii, insanı o hadiseye dayanmaktan alıkoymuyor. Şöyle; hayat bir mücadeleden ibaret. Ama sağlık meselelerine geldiğiniz vakit, tıp ne diyorsa ona bağlısınız, o çizgiyi aşamıyorsunuz. Demirel, 50 yıldır hayatımızın içinde. Ama bir kez bile bu kadar 'çıplak', bu kadar 'insan' olarak ortaya çıktığına tanık olmadım. Çünkü bu topraklarda iktidar o kadar kirli, o kadar eksilticidir ki, duygularınızı, insanlık hallerinizi birer birer terk edersiniz.
Çünkü bu coğrafyada esas olan insanlığın değil, devletin yıpranmamasıdır.
Bu çizgiden bir milim şaşmadı. Hep dengelerin ve statükonun adamı olmayı tercih etti. Takımına hep beraberliği oynatan teknik direktörler gibi, statükonun üstüne hiç gitmedi.
Ama statüko ona iki kez dokundu. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleriyle. Ve o, asla, darbecilere: "Ben buraya halkımın seçimiyle geldim, buradan ancak cesedimi çıkartırsınız," diyemedi. Hiçbir zaman riski göze almadı.
Bu nedenle de Turgut Özal'ın gerisinde kaldı.
Özal bu özelliği nedeniyle daha çok sevildi.
12 Mart'ta Deniz Gezmiş'in idam edilmesi için parmak kaldırırken de hep devleti yıpratmamayı düşündü. Madımak katliamı sırasında da Cumhurbaşkanı idi.. "Halkla polisi karşı karşıya getirmeyin, olayda ağır tahrik var," derken de devleti düşünüyordu.
Statükoyu tedirgin etmeden konjonktürün adamı oldu. İşine geldi 'Morrison Süleyman', işine geldi 'Çoban Sülü', işine geldi dindar oldu. 1960'larda lideri olduğu Adalet Partisi'nin kullandığı sloganlardan birisi "Ortanın sağındayız, Allah'ın yolundayız" idi. 1980'lerde "İmam Hatip Okulları'nın gayesi sadece din adamı yetiştirmek değildir. Müslüman Türkiye sözünden geri dönmedim. Allah döndürmesin," dedi. Gün oldu, İslamcılara yönelik 28 Şubat Post-modern darbesini en tepeden Cumhurbaşkanı olarak idare etti. Yakın tarihte "Türbanlılar Arabistan'a" demekten beis duymadı. "Fırat'ın öteki yakasında koyun kaybolursa benden sorun," dedi ama faili meçhul cinayetlerin ardı arkası kesilmedi. İktidar arzusunu ise hiç gemleyemedi. Hep etrafı kolaçan etti. Hep milletin ona ihtiyacı olacağını düşündüğü anı bekledi. Hatta ihtiyaç yaratma çabalarına girişti. 84 yaşında bile 'emekli siyasetçi' olmayı kabul edemiyor. Biraz ışık görse hâlâ meydanlara çıkacak. Ancak hayat sadece iktidar değil. Kendinizi çok güçlü, devlet gibi hissettiğiniz bir anda çaresizlik içinde bırakabiliyor sizi. Veya hiç ummadığınız bir anda yüzünüze gülüyor. Sanki hayatın ve iktidarın gürültülü ortamında bir ses bize insan olduğumuzu hatırlatmak istiyor. Bazen acı ile bazen sevinçle. Bir tür yüzleşme, bir tür hatırlatma. Darbe olduğunda şapkanızı alıp kaçabilirsiniz ama öyle insanlık durumları vardır ki gitmek mümkün değildir.
İnsanlığınızla baş başa kalırsınız. Bundan önce bir çok yerde olması gerektiği gibi. Çünkü Deniz'in idam edilmesi de, Madımak da, Fırat'ın öte yakasında kaybolanlar da, esasta bir devlet meselesi değil insanlık meselesidir.