Sabah, Ramazan'ın başında
Pazar eklerinde bugün içinde yaşadığımız toplumsal örgü içinde İslam'la estetiğin nasıl kesiştiğini veya birbirine nasıl teğet geçtiğini irdelemeye başladı. Ben de bir süredir yazdığım yazılarda bir şeyler söyleyerek katkıda bulunmaya çalıştım. Son iki yazımda bu ilişkiyi bayramla bütünleştirdim ve
bizim sentimental (duygusal) bir toplum olmamıza karşılık kendimizi romantik insanlar sandığımızı belirttim. Dünyada yaşananları irdelemeyi falan gelecek haftaya bırakıp bugün de bu çizgiyi takip etmek ve bir noktayı daha vurgulamak istiyorum:
geçmişle kurduğumuz ilişkinin klasikle kurduğumuz ilişki içinde ele alınışı. Yaşanan geçmiş: Klasik Bayram kavramını ilk irdeleyen biz değiliz. Batı'nın bana kalırsa bütün hayranlığıma karşın abartılmış düşünürü
Walter Benjamin de bu konu üstünde düşünmüştür ve
bayramların bize geçmişi, önceki yaşamı yeniden yaşama fırsatı verdiğini belirtir.
Batı metafiziği içinde ele alınca geçmişin yaşanması o kadar büyük bir sorun değil.
Bütün devrimlerine ve karmaşık toplumsal dönüşümlerine, yıkıcı bir modernizm anlayışının zaman zaman öne çıkmasına rağmen Batı'nın geçmişle kurduğu bağın çok önemli bir sürekliliği vardır. Batı bunu
klasik kavramıyla sağlar.
Attila İlhan gibi düşünürlerin Batı'da
her ulusun kendi ulusal kültürüne sahip olduğu iddiası ancak kısmen doğrudur. Çünkü Batı bütün o ulusalcı ayrışmaları son kertede bir yana iterek
Yahudi-Hıristiyan temeli üstüne oturmuş bir
klasik kültürle birbirine bağlanmış uluslardan/unsurlardan meydana gelir.
Yerelliklerin önemini tartışmak abestir fakat ister müzikte, ister mimaride olsun Batı klasiği bir bütündür .
Zaten klasiğin anlamı odur: bütünlük sağlayan kültürel unsur.Bu Batı'nın geçmişinin bir bütün olduğunu anladığı anlamına gelir. O geçmiş klasikle, ona atıfla, onun yeniden üretilmesiyle ve aynen devam ettirilmesiyle yaşar. Gene müzikten bir örnek vereyim:
Beethoven veya bir başkası her kuşak tarafından yeniden yorumlanır. Bu bir süreklilik ve o süreklilik içinde dönüşüm demektir.
Kendini kopya edememek Bizde geçmişin yaşanması tam bir sorundur.
Türk modernleşmesi geçmişin karalanması, inkarı üstüne kurulmuştur. Cumhuriyet buna büyük ve ağır bir darbe indirmiştir. Fakat onu da abartmamak gerekir. Mutlaka o yönde bir tercih kullansa bile Cumhuriyet geçmişin anlamlandırılması gerektiğini işaret de etmiştir. Asıl mesele bizim toplumsal hareketliliğimizden kaynaklanıyor. Toplumun yaşadığı çok hızlı değişim ve özellikle Anadolu mimarisinin ahşaba dayandığı ve zamana dayanamadığı için geçmişten gelen iz barındırmaması mekansalzamansal planda geçmişin belleğimizden uçup silinmesine yol açıyor.
İkincisi klasiğin yaşanması ve nesilden nesle aktarılması eğitimle mümkündür .
Türkiye geçmişle bağlarını sürekli kesmek isteyen bir toplum olduğundan ve kültür denilen "şeyi" hayatından çıkardığından klasiğin eğitim yoluyla öğretilip aktarılması da artık söz konusu değil. Biz entelektüellerin bile klasiğimizin olmadığını söyleyen bir acayip toplumuz.
Üçüncüsü, Türkiye'de sistematik bir kültürel muhafazakarlık yok . Dediğim gibi Cumhuriyeti karalamakta yarışmayalım. Klasiğin öğretilmesini ders kitaplarından 1970'lerden başlayarak
milliyetçi-mukaddesatçı iktidarlar çıkardı.
Dördüncüsü, bir kere daha göç! Göç eden insan başka bir insan olmaya çalışır, ilk amacı da geçmişiyle bağlarını koparmaktır.
Bütün bunlar birer gerçek olunca ve
geçmiş klasikle bütünleşmiş olarak yaşayamayınca-yaşanamayınca geriye sadece tiyatro olarak yaşanması kalıyor. O bile şüpheli, hiç değilse acı. Çünkü iyi tiyatro hayatı ve hakikati yansıtır.
Biz ise kendimizin bize gitgide yabancılaşmış ve yalancılaşmış kopyalarını taklit ediyoruz. Kurtulmanın yolu besbelli: klasiğimizi yeniden keşfetmek!
Ancak o zaman çocukların dediği gibi "
doğru yalan" söyleyebiliriz.
Yayın tarihi: 2 Ekim 2008, Perşembe
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/10/02//haber,EB211F7E8BB147E78D4924CD89A41613.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.