kapat
E-gazete
|
Hava Durumu
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
English
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
7 Eylül 2008, Pazar
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Çocuk Kulübü Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar
 
24 Saat
24 Saat
SOLİ ÖZEL

Yükselen profil

6 Eylül'ü 7 Eylül'e bağlayan gece bu ülkenin, azınlıkların yaşadığı şehirlerinde sonradan devletin bazı örgütlerinin düzenlediği anlaşılan ve işin içindeki kimileri tarafından itiraf edilen bir felaket, Avrupa ve Rusya'daki benzerlerine verilen adla bir "pogrom" yaşandı. Felaketin yaşanmasının arkasındaki en görünür neden, daha sonraları da Türk toplumsal ve siyasal tarihindeki bazı kara sayfaların arkaplanını oluşturacak olan Kıbrıs sorunuydu. O gece azınlıklara ait işyerleri, ibadethaneler saldırıya uğradı, yıkıldı, yağmalandı, insanların canına kastedildi, kimileri öldürüldü. Bu saldırıların tam tamına 53. yıldönümünde, daha da büyük acılara tanıklık edilen, İttihatçıların sapkın projelerinin bir sonucu olarak gerçekleşen ve Ermenilerin Anadolu'daki varlıklarını büyük ölçüde sona erdiren 1915 tehcirinden/kıyımından 93 yıl sonra Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Ermenistan'a maç izlemeye gitti. Belki de siyasi kariyerinin en cesur ve müsbet kararlarından birisini vererek. Gönül, gün geçtikçe bu ülkeye ve topluma ihanet içinde olan birilerince ne kadar kalleşce, alçakça öldürüldüğü daha iyi anlaşılan Hrant Dink'in de orada olmasını nasıl da isterdi. Herhalde gökyüzünde bir yerden o da maçı izlemiştir.
Türk dış politikasının muazzam bir hamle içinde olduğunu ve atılan adımların çoğununun da gayet yapıcı nitelik taşıdığını artık herkesin teslim etmeye başladığı bir döneme girdik. Türkiye konusundaki takıntıları nedeniyle ülkesinin çıkarlarına da zarar veren Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy dahi bu gerçeğe göre hareket etmeye ve bu gerçeğe göre konuşmaya başladı.


Muhalefetin otorite hülyası
Perşembe günkü Le Figaro gazetesinde çıkan ve Pierre Rouselin tarafından yazılan yazının başlığı "Vazgeçilmez Türkiye" idi. Bu yazıda Fransız yorumcu Türkiye'nin gerek Ortadoğu'da gerek Kafkaslarda oynadığı yapıcı rolden bahsederken Karadeniz'in anahtarını da elinde tuttuğunu vurguluyordu. Hatta yazının sonunda tam beş yıl boyunca Fransa dış politika seçkinleri tarafından bir türlü telaffuz edilmeyen bir olguyu da gündeme getirerek okurlarına Turkiye'nin Irak savaşında ABD ile birlikte hareket etmediğini hatırlatıyordu.
Ankara'nın dış politikasının giderek Türkiye'ye en mesafeli davranan çevrelerde dahi olumlu bir açıdan değerlendirilmesi kuşkusuz önemli bir gelişme. Bu durumun ortaya çıkmasında hem Türkiye'nin son yıllardaki politikasındaki tutarlılığın hem de dünya sistemini bugüne dek şekillendiren Batı ittifakının özellikle de ABD'nin yarattığı derin boşluğun payı var. Türkiye 2003 yılından beri üzerine gelen tüm baskılara rağmen, bazen de vicdan sızlatacak şekilde, Suriye'ye kol kanat germişti. Bugün Suriyeİsrail dolaylı müzakerelerinin mimarı olarak Sarkozy'nin iltifatına mazhar oluyor. Ortadoğu'daki aktörler belirli sorunların çözümünde Turkiye'nin katkısını önemsiyorlar. Rusya'nın Gürcistan topraklarına saldırmasının ardından önemi ve değeri daha da artan İran bile Batı ile ilişkilerinin düzelmesinde Ankara'nın katkısını isteyebilecek durumda.
Kafkaslarda sonuç vermesi güç gözükse de Kafkas İşbirliği Platformu'nu gündeme getirerek hiç değilse aktif bir arayış içinde ve yapıcı planlara sahip olduğu görüntüsünü veriyor. Cumhurbaşkanı Gül'ün Ermenistan'da maç izlemeye gitmesi ve bu ülkenin devlet erkanıyla ilk temasları kurmasıyla da Erivan'ın Rusya'ya olan bağımlılığının kırılmasını sağlayabilecek, Batı ittifakı açısından hayli önemli bir hamle.
Tüm bu gelişmelerde riskli sayılabilecek tek öğe ise şu: Türkiye'nin stratejik profili yükseldiğinde demokrasisi tekler. Muhalafetin otoriter bir Türkiye hülyasıyla yanıp tutuştuğu bir ortamda hükümeti demokrasiyi derinleştirme konusundan sıkıştırmak bu nedenle toplumsal aktörlere düşüyor. Eğer becerebilirlerse.