Türkiye'de büyük bir arbedenin ortasında yaşıyoruz. Bugün iç içe, karşı karşıya olduğumuz sorunlar sadece AKP'ye karşı açılmış kapatma davasından kaynaklanmıyor. Herkesin yakından bildiği gibi, Türkiye, o davayı da içerecek biçimde bir 'yeni dönem'e geçen yıl
nisan ayında sürüklendi.
O ay yapılan
Genelkurmay Başkanlığı açıklamasının ardından
367 kural veya koşulu geldi ve Türkiye hala o çalkantının dinmediği bir ortamda demokrasi gemisini batırmadan ilerlemeye çalışıyor.
Buradaki ana mesele nedir? Bir kere daha geriye dönmek,
seçilmişler-atanmışlar veya
Kemalist merkez-demokratik çevre ya da
cumhuriyet-demokrasi tartışmasına girmek o kadar anlamlı değil. Sorun zaten tam da o: tüm bu koşullar ortadayken, verili birer gerçek iken neden Türkiye bu darboğazı aşamıyor? '
İktidarın yitirilmesinden duyulan korku' filan gibi genel geçer yargılara da daha fazla yer ve yüz vermemek gerekir. Bana öyle geliyor ki, bütün bu koşulların ötesinde bir 'şey' var ve biz onu bulamadığımız için bunca sorunla boğuşuyoruz.
Toplumcu geleneği yitirmeseydik... O nedir, ne olabilir diye düşününce aklıma çok farklı bir açıklama geliyor: Türkiye'nin toplumcu gelenek ve düşüncesini kaybetmesi. Belki biraz zor ama açıklamaya çalışayım.
Öteden beri varılmış bir yargı var, denir ki,
Türk romanı toplumcudur. Doğrudur. Bu, Tanzimat'tan başlayarak devam eden bir gelenektir.
Tanzimat, sanıldığının tersine aydınların toplumdan koptuğu ve uzaklaştığı değil, toplumsallaştığı bir dönemdi. Gazete çıkarmak, roman, öykü, oyun yazmak, tiyatro yapmak, halkın anlayacağı dile dönmek bu toplumculuğun ve toplumsallaşmanın başlangıcıydı. Kim ne derse desin ben Kurtuluş Savaşı ve Kemalist hareketin başlangıç dönemlerinde de bütün o Kuvay-ı Milliye, Hakimiyet-i Milliye kavramlarının arkasında aynı büyük toplumcu geleneği görüyorum. Bu oluşum daha sonra belki 1960'larda belki 1970'lerde bir ölçüde devam etti. Toplumun büyük paydasıyla bütünleşerek, özdeşleşerek toplumsal dönüşümü gerçekleştirmek bütün bu dönemlerin, süreçlerin ve oluşumların ana fikriydi. Ne var ki, 1980 sonrasında bu anlayıştan uzaklaşıldı. 1980 sonrası Türkiye'de toplum ve toplumculuk düşüncesine sırt dönülen, set çekilen bir dönem oldu.
İçerideki büyük paradoks Bu büyük bir paradokstu. Çünkü özellikle 1989'dan başlayarak, Soğuk Savaş'ın bitmesini izleyen dönemde dünyanın her yerinde toplum düşüncesi ortaya çıkıyordu.
Yeni Toplumsal Hereketler'den başlayarak
sivil topluma kadar her düzeyde toplum başlı başına bir odaktı.
Türkiye bu dönemi çarpık ama kendi içinde doğru bir modelle yani
sağ-muhafazakar partilerle aşmayı denedi. Bu doğaldı. Çünkü Türkiye'nin tarihinde kendisine özgü bir
'ilericilik' rolünü 1950'den beri o partiler oynuyordu. Ne var ki, onların da demokrasitoplumsallık düzeyindeki bilinç ve birikimleri sınırlıydı.
Öte yandan
sol bu işlerin hiçbirisine katılmadı, karışmadı, ön almadı . Bunlarla baş edecek bir hamle yapamadı.
İşte bana kalırsa toplumu toplumcular eliyle kurmak ve kurtarmak düşüncesinden mahrum kalmak ve toplumculuğun CHP gibi bir parti ve onun söylemiyle bütünleşmesi, diğer kesimin onu aşmaktan yoksun olması bizi bugünkü çıkmaza getirdi.Açık, demokratik, üretken, kitlelerle somut ve gerçek sorunlar etrafında bütünleşmiş, materyal bir sol söyleme sahip bir siyaset Türkiye'nin bugünkü çıkmazını aşmakta çok büyük bir olanak olabilirdi. Çünkü o durumda kitle ve taban hareketleri, kaymaları ve baskıları demokrasinin iç sorunlarını daha olağan ve siyasal yöntemlerle çözebilirdi. Oysa bugün toplumculuğun ve toplumcuların bunca şey yaşanırken ağırlarını açıp tek kelime söylemedikleri bir dönemden geçiyoruz. Yazık değil mi?
Not: Pazartesi günkü yazımda çok hoş bir yanlışlık yapmış, 'Devrim Sevimay'ın ismini 'Sevim Demiray' olarak yazmışım. Kendisinden özür dilerim.
Yayın tarihi: 18 Haziran 2008, Çarşamba
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/06/18//haber,B33F18AC30CB4659A37DC4D8783FFD2C.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.