Öyle seçkincilik falan olarak görülmesin ve kimse kusura bakmasın ama ben Türkiye'de bir yolculuk yaparken veya herhangi bir kentte bir yerden bir yere giderken çevremde gördüğüm, insan eliyle yapılmış şeyler arasındaki düzensizlik ve uyumsuzluk karşısında bir iç sıkıntısına kapılıyorum.
Bundan bir süre önce davetli olduğum kent içindeki bir üniversitede estetik konusunda bir şeyler anlatırken ansızın başımı çevirip pencereden dışarı baktım ve gördüklerim karşısında dehşete düşerek ansızın sustum. Karşımdaki genç insanlara (üstelik de ana dillerinin dışında bir dilde) ben ne anlatıyordum, onlar dersten çıktıktan sonra nasıl bir çevreyle, bir estetik dünyayla karşılaşacaklardı?
Estetik, siyaset ve toplum Osmanlı'nın kendine özgü, kendi içinde uyumlu, her düzeyde belli bir bütünlük sunan estetiğinden bu derecede vahşi, ham ve uyumsuz bir sıradanlığa Türkiye nasıl düştü, sorusunun cevabı üstünde düşünmediğimiz içindir ki, bugün Türkiye'de sadece estetik planda değil toplumsal ve siyasal planda da derin bir çalkantının içinde yaşıyoruz. Galiba bu tespitimle yukarıda sorduğum soruya da bir yanıt vermiş oluyorum:
bugünkü bu ters, biçimsiz ve çarpık estetik büyük ölçüde bizim toplum içinde yaşadığımız uyumsuzluğun, uyuşmazlığın bir yansıması. Böyle bir durumun ortaya çıkması geniş ölçüde Cumhuriyet döneminde yaşadığımız estetik tükenişin de bir sonucu.
Kısa estetik tarihi Erken Cumhuriyet özellikle 1848-1914 döneminde Almanya'da ortaya çıkmış, elbette hayali olan ama belli değerlere yaslanan bir
"Avrupa" düşüncesinden hareket etti. O Avrupa düşüncesi
antika Yunan ve Roma demekti. (Rönesans da aynı anlama geliyordu.) Buna Yahudi kültürü de eklenmişti ve bu kültür anlayışı
"klasik" kavramına dayalıydı. Avrupa'nın klasiği neyse bizim klasiğimiz de o olacaktı.
Türkiye bu modeli eğitim sistemi aracılığıyla ve bir
"yüksek estetik" yaratma kaygısıyla uzun süre uygulamaya çalıştı. Fakat 1950'lerden itibaren terk etti. 1950 sonrasının hızlı sosyolojik değişimi ve yetersiz eğitimi böyle bir kurguyu dikkate dahi almadı. O tarihten başlayarak kentsel alanın ve gerek siyasal gerekse kültürel konularda aydınların belirleyici gücü azalınca ortaya daha organik, daha etnografik bir kültürel oluşum çıktı. Bu kültür bir anlamda otantik, bir anlamda da orijinaldi.
Bu kültürel yapılaşma kendini
gecekondu, dolmuş, arabesk müzik gibi göçe bağlı unsurlarla ifade ettikten sonra 1980'lerden itibaren yerini
kültür endüstrisi tarafından üretilmiş bir yeni oluşuma bıraktı.
Dizi filmler, yeni bir dil, sanayi malı ve orijinaliteden uzak kültürel unsurlar bu yeni dönemin elemanları oldu.
İşin bamteli İşin garip yanı bu farklı kültürel üretim dönemlerinin hiçbiri diğerini dikkate almadı.
Ortaya, homojen olması bir yana birbirine neredeyse taban tabana zıt unsurları bir arada barındıran, hiçbir kategoriye girmeyen, tükenmeye açık bir yapı çıktı. İşin ilginç yanı bu dokunun "melez" olduğunu söylemek bile bana göre olanaksız. Bu, sürekli olarak diğerini yok sayan, görmezden gelen ve susturmaya çalışan bir dilin diğer dil üstünde hakimiyet kurmasının bir sonucu. Evet, bu noktada ısrar ediyorum.
Eğer toplumsal veya siyasal planda uzlaşmaya, karşıdakinin değerlerini benimsemeye dönük bir anlayışın içinde olsaydık estetik planda da arkadan gelen bir öncekinin ne yapmak istediğini anlamaya çalışır, onunla uyumlu bir estetik inşa ederdi .
Kendinden öncekini veya yanı başında duranı hiçe sayarak kendi önceliğini öne çıkarmak gibi yapay ve akıl dışı bir tutum içinde olmazdı. Birbirini yok etmeye çalışan ama gerçekleşmediği için de birbirine sağır ve kör davranan bu kadar uyumsuz unsur bir arada olmazdı. Etrafınıza bir de bu gözle bakın bakalım, estetikle toplumsallık birbirini etkiler miymiş?
Yayın tarihi: 14 Haziran 2008, Cumartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/06/14//haber,72181294721A4134A8CC12B5784CEDED.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.