Senaryo şu: Genelkurmay Başkanlığı'nın gece yarısı muhtırasına, demokrasi ve anayasal süreci savunan sert bir yanıt veren hükümet, salı günü cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci oylamasını yapar. Böylece bir yandan kamuoyuna
"Bakın dik duruyorum" mesajı verirken diğer yandan askerle diyalog kapılarını zorlar. Asker başka bir açıklama yapmaz. Taraflar geri çekilir. Bu arada Anayasa Mahkemesi
367 oy bulunmadığı gerekçesiyle Çankaya seçimlerini iptal ederek hükümet ve AK Parti'ye
onurlu bir viraj alma imkanı tanımış olur. Ekonomi gümlemez;
demokrasi işler. Seçim kararı alınır ve AK Parti seçim tarihini belirlemek için şu ana kadar dışladığı CHP ile masaya oturup seçim tarihi belirler. İki kutuplu Türkiye, sandıkta kozlarını paylaşır, kim ne alırsa alır. Yeni Meclis, gönül rahatlığıyla cumhurbaşkanını seçer. Daha da iyisi halk seçer.
Bu iyi senaryo.
Peki
"Kötü senaryo nedir?" diye sormayın. En kötüsü, hükümetin
başını kuma gömmesi, "Nereden çıkarttınız
ordu bizim gözbebeğimiz" edebiyatını hortlatması ve askerle iplerin gerçekten gerilmesidir. Genelkurmay'ın açıkladığı metnin ciddi bir darbe seçeneğine atıfta bulunduğu düşünülürse, bu olabileceklerin en zararlısıdır.
(Ancak dün Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in "net" açıklamasından anlıyoruz ki, artık Necmettin Erbakan ekolüyle özdeşleşen başını kuma gömme dönemi kapandı.) İki senaryonun da ortasındaki ise,
düşük yoğunluklu gerilim atmosferidir. Asker konuşmaya devam eder. Ne ekonomi kurtulur ne demokrasi. Medya afallar. AK Parti cephesi, TBMM Başkanı Arınç'ın "Yarın yeni bir Türkiye olacak" gibisinden laik kesimin bamteline basan açıklamalarına bürünür. Askerin bir yıldır şikayet ettiği konular dikkate alınmaz. İki kutuplu Türkiye, bu kez çatışan Türkiye haline gelir.
Son 24 saatte ben de birçok gazeteci gibi
"Nasıl oldu da biz muhtıranın geldiğinin farkına varamadık" sorusunu kendi kafamda evirip çevirdim. Askere uzak ya da yakın, tanıdığım hiç kimse Çankaya sürecinde bu tarz bir muhtıraya doğru gittiğimizin farkında değildi. Cuma gecesi geç saatlerde savunma muhabirlerine açıklama yapacağı haberini veren Genelkurmay, şu ana kadar
28 Şubat'ta olduğu tarz bir medya kampanyası yürütmemiş, ismini açıklamayan
"üst düzey komutanlar" yakın buldukları gazetecilere şunu bunu fısıldamamışlardı.
Peki neden? Asker gerçekten Arınç'a mı kızmıştı? Anayasa Mahkemesi'ne mi yönelikti. Zaten başından beri bunu planlamışlar mıydı yoksa gerçekten iddia edildiği gibi tabandan gelen bir baskı mı vardı? İşte tüm bunları düşünürken, bir anda
Hıncal Uluç'un 14 Nisan tarihli başlığı aklıma geldi:
"Özde ne demek özdeee?!!!" Gerçekten de Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın
12 Nisan konuşmasında neyi kast ettiği, kime veto koyduğu, üst düzey bir komutanın anayasal çerçeve içinde kalsa bile 5 temel güvenlik sıkıntısını sayarak hükümeti suçlamasının anlamını hepimiz biliyorduk. Biraz hükümetin hışmından çekinerek, biraz da militarist gözükmemek için bunu
görmezden geldik. Daha önce ben kaç defa edindiğim izlenim ya da görüşleri, aynı sebepten aktaramadım.
Şimdi düşünüyorum, ben de, meslektaşlarım da iyi gazetecilik yapamamış, burnumuzun dibindeki fotoğrafı çekememişiz. Belki demokrasi ve yurttaşlık açısından doğru olanı yaptık. Ama gazetecilik açısından değil...
Yayın tarihi: 29 Nisan 2007, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2007/04/29//haber,648CB01F3CBF49A4AE4E487392EE4A49.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2007, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.