| |
|
|
Mümkünse dünyayı durdurmayı deneyin..
Basındaki kavgaları bazen anlamak kolay olmuyor. Örneğin AB üyeliğinin gerçek olması için, bu satırların yazarının da aralarında bulunduğu bir grup, kalemlerini yıllardır bu hedefe dönük kullanıyor. Bir de karşı olanlar var AB'ye. Eğer bir gün AB'ye üye olursak veya olamazsak, bunun nedeni bizim yazılarımız olmayacak. Son 17 Aralık pazarlığına dayanan günlerde de anlamış olmamız lazım bunu. Bu karar sadece Türkiye tarafından belirlenmiyor. AB'ye üye 25 ülkenin liderleri ve kamuoyu eğilimleri, bırakın bizim yazıların ağırlığını, bizim seçilmiş siyasilerimiz veya derin devletimiz kadar ağırlıklı karar sürecinde. Nilüfer Göle, Hürriyet'ten Sefa Kaplan'la yaptığı söyleşide tabloyu ne güzel yansıtmış. Entrika, irrasyonellik, gerçekdışı algılar, duygusallık Şark'ın özellikleri gibi görülürdü. Şimdi bütün bunlar Avrupa'da karşımıza çıkıyor. Türkiye ise rasyonelliği, soğukkanlılığı temsil ediyor. Bundan daha müthiş bir yer değiştirme olamaz. Türkiye, rasyonel, müzakereci bir taraf olarak masada oturuyor. Karşısında ise sözünde durmamak için her türlü argümanı getiren, şark kurnazlığı yapan ve korkularıyla, kuşkularıyla düşüncelerini zehirleyen, duygusal bir Avrupa yer alıyor. Kıbrıs'ı da bu açıdan ele almamız gerekiyor aslında. Ortadoğu'da "Çözümsüz" biçimde kuşaktan kuşağa aktarılan "Filistin Sorunu" yanında, Doğu Akdeniz'de de "Kıbrıs Sorunu" var. Bu iki sorun da, ABD-Sovyetler Dehşet Dengesi'ne dayalı dünyada taşınabiliyordu. Ama şimdiki yapıda bunları sürdürmek zor. Belli ki, Arafat sonrası dönemde, Filistin Sorunu bir çözüme bağlanacak. İsrail'de Şimon Perez, ağırlıklı ortak olarak koalisyona girmek üzere. Bu yetmezse, herhalde Şaron da gider. Kıbrıs'ta ise, ne Denktaş'ın, ne de Papadopulos'un katı tutumlarına tahammül etmesi mümkün, dünya konjonktürünün. Yani "Denktaş istemiyor" diye Türkiye'nin AB'den vazgeçmesi ve Türk-Yunan ilişkilerinin tekrar kırmızı çizgilere bağlanması mümkün mü? Veya Papadopulos'u mutlu etmek için, AB Türkiye'yi kenara itip, karşısına mı alacak? Yani gerçekçi olmamız gerekiyor. Basındaki AB polemiklerini kavgaya dönüştürüp, karşıt görüş sahiplerinin birbirlerine "Hain" veya "Dinozor" demeleri, bir bardak sudaki fırtınadan daha anlamlı değil. Ya da Denktaş'ın Rahmi Koç'a "Rum ağzı ile konuşuyor" benzeri sözler söylemesi hem acıklı, hem de komik. Koç Holding'in cirosu, Türkiye'nin gayrı safi milli hasılasının yüzde 7'sine eşit. Koç Holding'in ödediği vergiler, Türkiye'nin KKTC'ye yaptığı maddi katkıdan kat kat daha fazla.. Kıbrıslı Rumlar ekonomik başarıları ile, mali bağımsızlıklarını sağladılar. Ama artık AB'ye bağımlılar. Denktaş yönetimindeki KKTC ise, memurlarının ve Denktaş'ın maaşını bile Ankara'nın kaynakları ile ödüyor. Ankara da, ekonomik kaderini IMF programlarına bağlamış. Ve buna rağmen Denktaş, Türkiye'nin ve Avrupa'nın politikalarını değiştireceğini sanıyor. İçe dönük yaşamanın sonu yok. Bu "Soğuk Savaş"ta mümkündü. Washington ve Moskova, "Müttefik" denilen uydularının akıl dışılıklarını "Mahallenin Ayıbı" gibi örterlerdi. İsteyen darbe yapar, isteyen komşuları ile dalaşırdı. Kendi toprakları içinde soykırım yapanlar bile anlayışla karşılanırdı. Bitti bu dönem. Basında birbirleriyle dalaşmayı huy edinenlerin de bunu anlaması gerekiyor.
|