|
Eski HELEN mi daha güzeldi, yoksa yenisi mi?
|
|
Sadece çok güzel insanlara mı aşık olunur? Hiç sanmıyorum. Aşk bizim için güzel olan, bize güzel gelene yönelik özel bir duygudur. Belki ne Helen gerçekten güzeldi, ne de Paris yakışıklı
Sevgili Hıncal, geçen gün yazdığı "Truvalı Helen üzerine çeşitlemeler" başlıklı yazısıyla bana neler, neler düşündürdü... İyi ki basında yaşdaşım olan birkaç yazar var. Böylece ortak anılarda ve değerlerde buluşabiliyoruz ve bunun da keyfi bambaşka oluyor... Hıncal'ın yazısında bana özellikle hatırlattığı, Rossana Podesta oldu. 1950'lerin ünlü İtalyan dilberi... Zaten o yıllarda Amerikan filmlerine bayılırdık, ama kadın deyince illa da Latin hatunları... Bizim kuşakların o yüzden Silvana Mangano, Gina ve Sophia, Elenora Rossi Drago,Yvonne Sanson gibi İtalyan, Brigitte Bardot, Mylene Demongeot ya da Pascale Petit gibi Fransız, Maria Felix ya da Sarita Montiel gibi Meksikalı güzelleri unutması imkansızdır. Öylesine dişi, öylesine çekiciydiler ki... Kuzeyli kadınlardan daha kışkırtıcı oldukları kesindi.
AĞA DÜŞEN KADIN VE ÖTESİ Rossana Podesta, ha atımıza önce "La Red- Ağa Düşen Kadın" adlı bir Meksika filmiyle girdi. Daha önce de İtalya'da birkaç filmde oynamıştı ama ancak bu filmle dikkatleri çekebilmişti. Şan sinemasında gördüğümüz film, diri erotizmiyle başımızı döndürmüştü. Ardından "Kral Ulis'in Maceraları" ndaki Penelope/Circe rolü geldi. Ama asıl olay, 1956 yılında deneyimli Robert Wise'ın "Helen of Troy- Truvalı Helen" filmiyle patladı. Bizde "Güzel Helen" adıyla gösterilen bu pahalı Hollywood yapımı için, Rossana sayısız adayın arasından seçilmişti. Helen'i kaçıran Truva prensi Paris rolünde ise, o yıllarda Fransızların yakışıklı oyuncusu Jacques Sernas vardı. Film kalabalık savaş sahnelerine karşın pek matah şey değildi, unutuldu gitti. Ama Rossana birkaç kuşak boyu hatırlandı. Sinema yaşamını da gitgide önemi azalan rollerle uzun zaman, hatta 1990'lara dek sürdürdü. Şimdi kaynaklara bakıyorum da, 1934 Libya doğumlu imiş. Ve İtalyan-Arjantin karışımı bir aileden geliyormuş. Güzelliğinin sırrı bu melezlikte yatıyor olmalı. Rüya gibi bir kadındı gerçekten ve Allah için Helen rolüne yakışmıştı. Ama Rossana bugünün ölçülerine göre de güzel miydi? En azından günümüzün ünlü "Truva" filminde aynı rolü oynayan Alman dilberi Diane Kruger'e kıyasla? Tüm nostaljime karşın öyledir, diyemiyorum. Çünkü Kruger de çok güzel bir kadın. Üstelik güzelliği çok daha günümüzden, çok daha çağdaş... Cannes'da "Truva" filminin basın toplantısında tam karşısında idim ve bu sayfada göreceğiniz resmini ben çektim. Şimdi gelin de "ille de Rossana" diye tutturun bakalım... Elbette nostalji önemli, geçmişte kalan hayaller ve onlara temel oluşturan o ilk beğenmeler, ilk tutkular çok önemli, neredeyse kutsal. Ama anılarımızı ille de doğru saymak ve her şeyi onlara yaslamak da tartışılır bir tutum. Ya Paris? Hıncal yazısında şöyle diyor,"Bu filmde Paris, değil Yunan kralının karısını, Patagonya'daki çobanın kızıın dahi peşinden sürükleyemiyecek bir zavallı. Bir korkak, bir rezillik"... Haklı mı? Bence değil. Andığı o ünlü filmdeki Jacques Sernas, ilah gibi yakışıklıydı. Ama kadınsı bir güzellikti bu.Ve üstelik son derece yeteneksizdi. 1925 doğumlu Litvanyalı sanatçı, savaşta Nazilerin eline düşüp bir yılını kamplarda geçirmiş, savaş sonrasında sinemaya geçmişti. "Güzel Helen" onun için de büyük fırsattı ama olmadı. Aralarında Fellini'nin ünlü "Tatlı Hayat"ı da bulunan birçok filme karşın, sinemadan iz bırakmadan geçip gitti. Oysa, bu filmde Paris'i oynayan Orlando Bloom çok daha iyi bir oyuncu. Onu "Yüzüklerin Efendisi" ile tanıdık. "Truva"daki Paris rolünde kendi adıma onu yadırgamadım. Sorumsuz, yüzeysel, çocuk gibi bir karakter olması gerekiyor ve bence de olmuş. Onu hem filmde hem de Cannes'da Diane Kruger'in yanında görmek hoştu. Bence birbirlerine uyum sağlıyorlar.
EFSANE İSİMLER NASILDI Kİ? Ama tüm bunlar kişisel ölçütler ve değerlendirmeler. Herkes her oyuncu için farklı düşünebilir, onu bir role yakıştırır ya da yakıştırmaz. Ama insanların, hele büyük aşkların kahramanlarının illa da çok güzel kişiler olması şart mı? Tarihin güzellikleriyle baş döndürdüğü yazılıp çizilen tüm o ünlü dilberleri, gerçekten güzel insanlar değildi. Burnuyla tarihi değiştirdiği söylenen Kleopatra, tüm resim ve büstlerinde çirkindi. Dalila'dan Messalina'ya, Teodora'dan Mari Antuanet'e, Salome'den Mata Hari'ye birçok ünlü kadın aslında hiç de güzel değillerdi. Kadınların başını döndüren tüm o ünlü zamparalar da: Ne Don Juan gerçekten yakışıklıydı, ne de Kazanova... Tersine, belki tüm bu kahramanlar gerçekten güzel ve yakışıklı olmadıkları için, bu eksiklerini kapatmak amacıyla sayısız fethe çıktılar, sanki rekorlarıyla doğanın eksiğini gidermeye çalıştılar. Ve de, daha önemlisi, sadece çok güzel insanlara mı aşık olunur? Ben "aşk yazarı" değilim, bu konuda Hıncal'ın eline su bile dökemem!.. Ama şunu çok iyi biliyorum ki, aşk illa da en güzel yaratığa yönelik bir duygu değildir. Aşk bizim için güzel olan, bize güzel gelene yönelik özel bir duygudur. Belki ne Helen gerçekten güzeldi, ne de Paris yakışıklı. O koca savaş belki de sıradan insanların sıradanlığı aşmayan bir tutkusu nedeniyle oldu. Ve sonra işin içine şairler karıştı ve her şey bir büyü perdesine büründü. Ya Aşil, Hektor ve diğerleri? O apayrı bir konu. Belki oyuncularla birlikte bir başka yazıda ele almaya değer...
|