|
İstanbul'u sevmezse gönül aşkı ne anlar?
|
|
Şarkılara konu olan, binlerce yıllık tarih ve kültürüyle dünyanın en güzel şehirleri arasında yer alan İstanbul da değişimden payını aldı. Pırıl pırıl denizinden tepelerine kadar artık başka bir şehir var
Değişimi önlemek tabii ki mümkün değil. İsimler bile değişmiyor mu? Örneğin şimdi İstanbul'un o güzel semtine "Caddebostan" diyoruz. Oysa eski adı "Cadı Bostanı"ymış buranın. Kadir Has Üniversitesi olan Cibali'deki Tekel Tütün Fabrikası'na gittim geçenlerde. Sonra merak ettim "Cibali" nereden geliyor diye... Meğer İstanbul'un Fethi'nde, surların o bölümüne Cebe Ali diye bir Yeniçeri geçip, girmiş. "Cebe Ali", değişip "Cibali" olmuş. Benim çocukluğumda, Amerikalı şarkıcı Eartha Kitt'in "İstanbul not Constantinople" şarkısı, bu nedenle çok sevilirdi.
Değiştirip yenilediğimiz isimleri, tutku ile severdik. Ama değişen şeylere bakıp, geçmişe özlemle takılmak ve nostalji yapmak da hiç bırakılmazdı. Başka türlü "Amarcord"lar, "Cinema Paradiso"lar çıkar mıydı ortaya? Benim çocukluğumun Boğaz'ı da şimdiki kadar gelişmiş, zengin, gösterişli değildi. Ama rüya gibiydi... Çok güzeldi. Denizi pırıl pırıldı. Suya gazete düşüp, ıslak ıslak dibe yapışınca, iki metre suyun üzerinden okuyabilirdiniz. Öylesine berraktı. Boğaz'da her gün Mavi Yolculuk yapabilirdiniz. Yeniköy Vapur İskelesi'nin altında bir fok balığı yaşardı. Çevredeki meyhaneler beslerdi bu foku. Sözünü ettiğim yıllar 1950 ve 1960'ların başı. Yani geçen yüzyıl... Ama 19'uncu değil 20'nci yüzyıl.
Şimdi dünyaca ünlü modacı Rıfat Özbek henüz doğmamış, babası İsmet Özbek, henüz Melike Pekiş'le evlenmemişti. Sonraları Carlton Oteli olan yerde, Rıfat Özbek'in babaannesi Sara Hanımefendi'nin yalısı vardı. Uzun boylu, kristal kahkahalı, başında sarı saçlı peruğu, lüleleri sarkan bir masal saraylısıydı Sara Hanımefendi. Kimbilir hangi yaştaydı? Belki 70, belki 80... Ama 20 yaşındaki genç kadınlar gibi havalıydı. Onun bir de Kademhayır diye, zenci halayığı vardı. Eni boyuna eşit, yuvarlana yuvarlana yürüyen, gülünce dişleri inci gibi parlayan ve "İlle Mücüdun" diye anlaşılmaz bir sözcüğü tekrarlayan bir zenci halayıktı bu. Çocukluğunda Sudan'daki köyünden kaçırılıp, İstanbul'a getirilmiş ve esir pazarında satılmıştı. Onu satın alan köşkün arabacısı, bu zenci köleye tecavüz etmişti anlatıldığına göre. Çocuk yaşta hedef olduğu bu tecavüz, Kademhayır'ın akli dengesini yerinden oynatmıştı. Ama aynı anda, kendisine tecavüz eden arabacıya da aşık olmuştu. O yüzden, Sara Hanım'ın yalısına gelen her misafire "Arabacıdan mektup var mı" diye sorardı. Bilenler de üzerinde çeşitli şeyler yazan kağıtları mektup, elektrik faturalarını da telgraf diye verirlerdi. Okuması olmadığı için, Kademhayır bu kağıtları alır, mutluluk içinde koynuna sokardı... Kimbilir kaç yaşındaydı? Ama bilemezdiniz ki!
Bir gün rıhtımda denize düşmüş. Yüzme bilmediği için, çırpınıp, su yutmaya başlamış. Ama ağzını açıp "imdat" diye bağırmamış. Tesadüfen biri görüp çıkarmış denizden. Sormuş, - Kademhayır, boğuluyordun. Neden bağırıp, imdat demedin? Kademhayır alçak sesle açıklamış. - Küçükbey uyuyor. Bağırırsam, onu uyandırırdım.
Böyleydi eski Yeniköy... Boğaz kıyısında "Tom Amca'nın Kulübesi"ni de okumadan öğrenirdiniz 20'nci yüzyılda. İstanbul'un her semtinin olduğu gibi Yeniköy'ün de kaçıkları ve uçukları vardı. Rum balıkçı Paminonda'nın ne söylediğini anlayamazdınız. Bağıra bağıra bir şeyler anlatırdı. Boğaz'ın fuhşa dönük ilk otelleri, yalılarda açılmaya başlamıştı. Biz Yeniköylü 4-5 arkadaştık. Akşama kadar yüzer, akşamları yastıklarımızı koltuğumuza takıp, tahta iskemleli Gonca açıkhava sinemasına giderdik. Bazen de yoldaki bir yalı duvarına oturup, geleni geçeni seyrederdik. Bir gün akşamüstü, yanımıza Muhlis Bey geldi. Yaşı 40'larda, bıyıklı, kalın sesli, hoş ve boş konuşan bir uçuktu. - Hiç bara gittiniz mi, diye sordu bize. Nereden gidecektik ki? Yaş ortalamamız 12-13'tü en fazla. Muhlis Bey, barı anlattı. - Oturursunuz. Yanınıza kadınlar gelir, sizi eğlendirir. Hesap gelince beğenmez fazla bulursam, hesap tabağını havaya fırlatırım. Ben çıkarım. Tabak yere düşmeden, oradaki adamlarım barı dağıtır. Sonra durdu, yüzümüze baktı, - Bu akşam sizi bara götüreceğim. Akşam 9'da, durakta olun. Arabamla gelip alacağım sizi, dedi.
Hepimiz evlere koşup "Sinemaya gidiyoruz" diye yalan söyledik. Sonra saat 9'da, Askerlik Şubesi'nin karşısındaki durakta buluştuk. Muhlis Bey'in, bir Chrysler'i vardı. Onunla aldı bizi, doğru Tepebaşı'ndaki Cumhuriyet Pavyonu'na yollandık. Önde Muhlis Bey, arkada biz beş çocuk girdik içeri. Yaşlı, smokinli Rum garson, bizi bir masaya oturttu. Derken masaya meyveler, vermutlu içkiler geldi. Üç tane de kadın geldi oturdu masaya... Muhlis Bey, üç kadını da idare ediyordu. Vakit geceyarısını bulmuştu. Eve dönmezsek problem çıkabilirdi. Muhlis Bey'i "Artık kalkalım" diye uyardık. Muhlis Bey, garsondan hesabı istedi. Tabak içindeki hesabı aldı, cebinden çıkardığı dolmakalemin kapağını açıp, hesabı imzaladı. Garson imzaya baktı. - Efendim, bu imza yetmez. Para ödeyeceksiniz, dedi. Muhlis Bey, ölçülü bir öfkeyle, garsonu tersledi. - Çok konuşma. Bana şefi çağır! Birkaç dakika sonra, bizi karşılayan yaşlı Rum geldi yanımıza. Muhlis Bey ona, biraz evvelki garsonu gösterdi. - Bu adam beni tanımadı. İmzamı kabul etmiyor, dedi. Rum garson gülümseyerek, - Paşam.. Ben de sizi çıkartamadım. Hesabı ödeseniz iyi olacak, diye cevapladı Muhlis Bey'i. Bunun üzerine Muhlis Bey ayağa kalktı. Kucağındaki peçeteyi, buruşturup yere fırlattı, - Beni tanımayan yerde bir dakika daha durmam, diye bağırdı.. Sonra yürüdü, çıktı gitti kapıdan. Başımızda garsonlar, biz beş çocuk öyle kalakalmıştık. Bizi rehin tuttular. Babası fabrikatör olan bir arkadaşımız taksi ile Yeniköy'e gidip, para aldı. Gelip hesabı ödedi ve bizi kurtardı.
DEVR-İ DAİM MAKİNESİ Muhlis Bey birkaç hafta görünmedi ortalarda. Bir akşamüstü yine çıkageldi. Yanında, kısa pantolonlu bir Alman turist vardı. Onu bize tanıştırıp, öyküsünü anlattı. - Bu Alman bir atom profesörü. Onu Ruslar'ın elinden kurtardım. Şimdi benim garajda, devr-i daim makinesi yapıyor! Böyleydi eski Yeniköy'de yaşam. Tarabya'daki Alman elçiliğinin bahçevanı da hep II. Dünya Savaşı günlerini ve Von Papen'i anlatırdı. Bir ağustos mehtabında, bahçevan denizi seyrediyormuş. Sular köpürmüş. Bir periskop sonra da bir denizaltı çıkmış sudan. Kıyıya yanaşmış, kapak açılmış, Von Papen denizaltıdan rıhtıma atlamış. Sonra denizaltıyı katlayıp, cebine koymuş ve sefarete girmiş. O sıralarda gazetelerde okuduğu "cep denizaltısı" haberini, zihninde böyle canlandırmış ve sonunda bahçevanın kendisi de buna inanmıştı.
Yıllar sonra, Cumhuriyet Gazetesi'nde gece sekreteriydim. Geceyarısını geçe, yazıişlerinin kapısı açıldı. Önce sarhoş bir Amerikalı sonra da bıçkın bir taksi şoförü girdi. Şoför, "ağbi, bu Amerikalı Cumhuriyet yazısını kağıda yazmış. Ben de onu getirdim buraya" dedi. Amerikalı şaşkın, gazetenin yazıişleri odasına bakıp "Oh my god" diyordu. Cumhuriyet Pavyonu'nun ilanını görüp, taksiye "Cumhuriyet" yazısını göstermiş. Güldüm. İçimden, "Keşke Muhlis Bey olsaydı, o bu adamı iyi gezdirirdi" dedim.
|