Reklam programlarına bakıyorum: Otomobiller uçuyor, nehirler bardaklara doluyor, gökler yerler iniyor... Onları izlerken aklımdan sürrealizmi geçiriyorum. Sürrealistler bilgisayarı görse ne düşünürlerdi?.
Çocukken kendi kendimize oyalandığımızda sürekli olarak bir uyarıda bulunulur, 'hayal kurma' denirdi. Bu, 'muhayyileni işletme' demekti. Oysa
New York'ta
İkiz Kuleler'e saldırıldığından bu yana aklımdan çıkarmadığım, hakkında birkaç yazı yazsam da yeterince açıklayamadığım ve insanların dikkatine yeterince getirilmediğini düşündüğüm bir kavram var:
Muhayyilenin zaferi...
Dile getirmek istediğim şuydu: Bazı yazarlar yazdıkları kitaplarda Kuleler'e böyle bir saldırı düzenleneceğini tahayyül etmişlerdi. Yabancılar bir yana, ressam
Bedri Baykam da yayınladığı
Kemik isimli romanda aynı olayı ortada fol ve yumurta yokken tasarlamıştı.
Bunda şaşacak bir şey olmayabilirdi de. Çünkü, öteden beri, toplumsal hatta bilimsel olaylar ilkin yazarların, şairlerin imgelemlerinde canlanıyor, onlar tarafından dile getiriliyor, bazen çok uzun yıllar sonra uygulanma olanağı bulabiliyordu. Daha 'sofistike' örnekleri olmakla birlikte adını neredeyse herkesin bildiği
Jules Verne, bu konudaki en çarpıcı isimdir. Yazdığı sayısız romanda bir yandan
'bilimkurgu' türünün temelini atarken, bir yandan da Ay'a yolculuktan başlayarak, o dönem için akla gelmez hayale sığmaz ilginç şeyleri salt macera maksadıyla yazıyordu. O defa da öyle olmuştu. Uçakların İkiz Kuleler'i ortadan kaldıracağı öngörülmüştü.
REKLAMLAR VE MUHAYYİLE Bunu anımsamama yol açan şey, özellikle etrafımda gördüğüm reklamlar.
Reklam dünyasının içerdiği muhayyile gücü beni her zaman çekmiştir. Bunu söylerken de özellikle reklam filmlerini düşünüyorum.
Bazen yorgun argın eve geldiğimde başka zaman hiç açmadığım televizyonun karşısına geçiyor ve gerek yerli gerekse yabancı kanallardaki reklam programlarına bakıyorum. Aman Allah'ım! Otomobiller uçuyor, nehirler bardaklara doluyor, gökler yerler iniyor, ölüler canlanıyor, daha neler neler...
Onları izlerken aklımdan bizde yanlış biçimde
gerçeküstücülük diye bilinen, doğrusu
üstgerçekçilik olması gereken, hem görsel sanatlar hem de bir edebiyat akımı olan
sürrealizmi geçiriyorum. (Gerçeğin üstünde bir yere konumlandırmıyordu o sanatçılar kendilerini, akımlarını ve yaptıkları işleri. Daha üstteki bir gerçeğe referans veriyorlardı. Yani hâlâ gerçeğin içindeydiler. O nedenle de salt fantastik bir işle uğraşmıyorlardı.) Tüm o
Dali'ler, Ray'lar, Breton'lar başta olmak üzere,
Apollinaire'ler, Aragon'lar, gündelik gerçeğin dışında kalan, insana ilk gördüğünde şaşkınlık veren, daha çok bilinçdışının verimlerinden yararlanan, düşlere, masallara göndermeler yapan onca yapıtta bugünkü muhayyile ürünleriyle karşılaştırıldığında pek cılız, fazla çocuksu, bir hayli nahif kalan yapıtlarda dile getirmeye, göstermeye çalışıyorlardı.
Onların arasında da bugün bile aklımı çelen ürünler vardır. İkisini anımsatayım. Mesela tek tük kadın sürrealistlerden
Meret Oppenheim'ın
Kürklü Fincan'ını bugün bile sanat tarihinin en önemli çalışmalarından birisi sayarım. Bana kalırsa aynı zamanda erotik sanatın da en önemli yapıtlarından birisidir. Aynı şekilde
Man Ray'in altında çiviler bulunan ütüsü de insanın düş gücünde dehşetli gıcıklanmalara yol açar. Gene de bu yapıtlarla bugünküler arasında çok önemli farklar vardır.
Her şeyden önce belirttiğim bu ürünlerin başlıca özelliği
işlevsiz oluşlarıdır. Has ve som birer sanat yapıtı olarak kendi varlıklarının sonuna kadar yürürler ve olmaları gerektiği gibi insanlığın bilincini ve bilinçdışını bir somutlaştırma içinde bünyelerine taşırlar. Birer yapıttırlar. Onlara bakarak başka noktalara kayarız ve o kadar! Bu bize sanat yapıtının ne olduğunu dile getiren çok önemli bir tanım verir: Hayatta düşünemeyeceğimiz, karşılaşamayacağımız ortamların, olguların ve kavramların deneyimlenmesi.
BİLGİSAYARDAN ÖNCE VE SONRA Bugünkü dünyayı muhayyilenin bir tutsağı haline getiren şey, öncelikle
sanallık. Bu 'gerçek' artık varlığımızın temel olgusu. Onu sağlayan da bilgisayar dünyası ki, düğüm de o: Bilgisayar! Attilâ İlhan gibi söyleyecek olursam, bence malumdur; yeryüzünde insanı insan yapan her şey, onun muhayyilesinin bir ürünüdür. Bu muhayyilenin son ve ona açılımlar yaptırması bakımından, onu fersah fersah ileriye götürmesi bakımından en ileri buluşu da bilgisayardır. Ben daima insanlığın elektrikten önce ve sonra olmak üzere iki ayrı dönemde geliştiği kanısını taşıdım. Şimdi o kanımı, 'bilgisayardan önce ve sonra' olmak üzere düzeltiyorum. Dolayısıyla bugün muhayyile dediğimiz şey ancak onun izin ve olanak verdiği sınırlarla belirlenmiş durumdadır.
Animasyon, üç boyut, paralel yaşam ve daha adını bile bilmediğim sayısız yeni bilgisayar ortam ve teknikleri insanı bir ufuktan ötekine fırlatıyor.
Şimdi, tüm bunlar nedir? Birer sanatsal üretim mi? Doğrusu çok zor bir soru bu. Belki ilk bakışta sanat değil 'zanaat' (craft) gibi duruyor ama herhalde sanatla arasında da kıldan ince bir ayrım var. Ve herhalde o sınırı bilgisayarlar açık açık sanat yapmaya başladığında aşacağız ama bana kalırsa doğrudan doğruya bilgisayarın kendisi bir sanat yapıtı. Değil mi ki, muhayyileyi tam anlamıyla bir sınırsızlığa eriştirdi.
Keşke diyorum, Dali ve ötekiler de görebilseydi bugünleri.
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir.
Ayrıntılar için lütfen
tıklayın
Yayın tarihi: 29 Mart 2009, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2009/03/29/pz/kahraman.html
Tüm hakları saklıdır.