kapat
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
Okur Temsilcisi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
13 Ekim 2008, Pazartesi
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Çocuk Kulübü Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar
 
24 Saat
24 Saat
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

'20. yüzyılın ağrısı' olmak

Yıllardır söylerim, Türkçeden yabancı dillere çevrilecek kitapların bir listesi istense benden ilk sıraya Şevket Süreyya Aydemir'in Suyu Arayan Adam isimli özyaşamöyküsünü koyarım. (Diğeri Vala Nurettin'in Bu Dünyadan Nazım Geçti isimli anıları.) Edebi yönünün sağlamlığı bir yana Aydemir'in yapıtı 20. yüzyıla tanıklık eden ve Türkiye'den çıkmış çok enteresan bir kuşağın öyküsüdür.
Bu Nazım Hikmet'in kuşağıdır. 1900'lü yılların başında doğmuş, iki savaş ve birçok büyük devrim görmüş bu insanların bilhassa Moskova-Türkiye hattında yaşadıkları başlı başına bir olaydır. Sol-Marksist bir geçmişten gelen bu insanlar ideolojileri nedeniyle çektikleri çok büyük çilelerden sonra, hatta o baskıların içinde kendi alanlarında dünya çapında işler de yapmıştır.

O aykırı hayatlar
Bu insanlar bizim, Attila İlhan'ın tanımıyla söyleyecek olursam, "20. yüzyılın ağrısı" olan Andre Malraux'larımızdır. Evet, Malraux daha başka ateş çemberlerinden de geçmiştir ama bizim birikimimiz de hiç öyle yabana atılacak gibi değildir. Daha farklı koşullarda olsa da Abidin Dino, Vala Nurettin, Şevket Süreyya ve nihayet geçen hafta sonu kaybettiğimiz Nail Çakırhan bu dönemde yetişmiş büyük isimlerdir.
Geçen yıl Nail Çakırhan'la yapılmış ve yaşamını anlattığı bir söyleşi kitabı yayınlandı. Onu okudum. Orada karşıma çıkan, her türlü meşakkati, çileyi göze alarak bir şeyler yapmaya çalışan bir insandı. Ve mucize bir hayattı ortadaki. 1910'da doğmuş, daha 1930'larda giderek ağırlaşan faşizmin darbesini yemiş Nail Çakırhan. Sonra Nazım Hikmet'i tanımış. Onunla meşhur 1+1=1 isimli şiir kitabını çıkarmış. Ardından Moskova'da daha önce Nazım Hikmet ve arkadaşlarının gittiği KUTV üniversitesine devam etmiş. Dönüşte meşhur Tan gazetesi macerası. Ardından gene hapisler. Büyük arkeolog Halet Çambel'le evlilik ve nihayet kendi toprağında kendisini en iyi ifade ettiği iş: mimarlık!

Mimar ve usta
Çakırhan hayatının belli bir döneminden sonra galiba amatör dememiz gereken bir yaklaşımla mimarlığa başlıyor. Gerçekleştirdiği işlerin bir bölümü eşinin arkeolojik kazılarında bazı fonksiyonel yapılar. Daha sonra Muğla'nın bir köyünde yerel ve geleneksel mimarlıkla bütünleşen işler yapmaya koyuluyor. O yapılar ilgi görüyor. Sayıları giderek artıyor. Bir süre sonra da doğal olarak Çakırhan mimarlığı bir yana bırakıyor.
Çakırhan'ın yaptığı "mimarlık" mıdır, emin değilim. Galiba daha çok bir "ustalıktır": yapı ustası Çakırhan. Büyük Ağa Han Ödülü'nü kazandığı zaman bu tartışma doğmuştu ve mimarlığın alaylı olmakla mektepli olmak arasında nerede durduğu irdelenmişti. Bu tartışmayı o kadar şiddetli yapmaya sanırım gerek yoktu. Çakırhan, mimarlık ödülü kazanmıştı ama bana göre mimar değildi. İstanbul'a bir gökdelen yapamazdı Çakırhan, ayrıca yapmak da istemeyecekti.
Bu çok ilginç ve çok yaratıcı insan (yaşadığı hayatın ta kendisi bir yaratıcılıktır) mimarlığın belli bir ekolü içinde daima var olacak yerellik (vernacular) anlayışını ayağa kaldırmak istiyordu. Bu mimarlıkta her zaman mevcut olacak bir modeldir. Çünkü mimarlık hayatla ilgilidir ve bir yörede kurulacak yapının fizik şartlarla teması ancak yüzlerce yıllık gözlem ve deneyimle doğrulanabilir. Çakırhan'ın bütün yapıtlarının ayrıntılı monografilerinin yayınlanması şart. Tıpkı o etkileyici hayatın daha iyi incelenmesinin şart olması gibi.
Arnavutköy'den geçerdim. Bazen oradaki kırmızı yalının bir penceresinde Nail Çakırhan'ın siluetini görür gibi olurdum. O anlarda bunun bir hayal olduğunu düşünürdüm.
Artık görmeyeceğim, görürsem de hayal olduğunu bileceğim.