Ramazan ayı ile birlikte, İslamî üretim ve tüketim biçimleri yeniden gündeme geldi. Peki bu koşullarda İslam ve estetik ilişkisi, müzikten mimariye, sanattan gündelik alışkanlıklarımıza, 85 yıllık laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nde nasıl deneyimleniyor? Bu ay boyunca konuyu tartışmaya açacağız. İslam ve Estetik üzerine söyleşilerimizin ilk konuğu ise, İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi, Prof. Murat Belge..
- İslam ve estetik, gündelik hayatta Türklerin yaşamına ne kadar yansımış durumda?
- Ortada kendi estetiğini yaratmış, bellibaşlı bir medeniyet var. Ama bu, sınırlamaları da olan bir estetik... Resmin yasak olması gibi unsurlardan da gelen sınırlamaları var. Bunlar, doğrudan doğruya dini öğretiden geliyor. Ama mesela, edebiyatı 'edep'ten üretiyorsan eğer, bu bana estetiği de çok fazla serbest bırakıyorsun diye de düşündürmüyor. Bayağı bayağı, edebi estetiği de 'edebiyat' demekle zapturapt altına alıyorsun... Ayrıca şu da var; doğrudan öğreti ile ilgili değil ama, İslam tarihine baktığımız vakit Emevi, Abbasi, Osmanlı, İspanyol Emevisi gibi büyük devletler kurulduğu için kültür de bu alanlarda birikim yapıyor. Burada şu var; büyük devletler, sorgulayan sanattan çok fazla hoşlanmıyor. Bu bakımdan mimari ve müzik gibi soyut disiplinler gelişir, ama yani, 'bir tür' edebiyat, gelişmez....
- Verili olanla bir tür sessiz uzlaşma halini mi kastediyorsunuz bunu demekle?
- Evet bu İslam'a kaligrafiyi de öne çıkararak bir soyutlama imkanı vermiş. Bu potansiyel sınırlamalarla, kimsenin küçümseyemeyeceği, rafine bir estetik de yaratılmış durumda. İşin aslında biz de, çok 'Eurocentric/Avrupa merkezli' bakmak durumundayız. Kaldı ki, sadece İslam değil, tarihte bütün medeniyetler, tam böyle olmasa da benzer kısıtlamalar içindeydi. Konfüçyüs ideolojisi ile Çin de, Michelangelo'nun Sistine Şapeli'ndeki resimlerini yapamazdı. Aynı şeyi Japonlar da, Shogun'larıyla yapamazdı tabii. Kendi haline bıraksan, yaşananlar Avrupa'da da olmazdı. Orada, bu sınırlar, keşiflerle ve tarihi konjonktürlerle sınırları aşabildi. Bizde tabii, bu sınırları aşan bir estetiği düşünerek konuşuyor ve başka bir yer veriyoruz. Nitekim
Osmanlı'da Kurumlar kitabımda da söylemiş olduğum gibi, bir Michelangelo'nun
Musa heykeli, bugün bir tanedir. Ya da onun
Pieta'sını, ki dört tane yapmıştır bundan; gidersin, ayrı ayrı ne olduğunu görünce, sanat bireyselleşince görürsün. Halbuki, 'İslam estetiği' dediğimiz şey, bugün ayağımıza giydiğimiz bir nalında da vardır; ya da ne bileyim, belki kurulanacağın havluda da vardır. Yani hayatında kullandığın nesnelere, başka türlü bir estetik anlayış sinmiştir. Ama önümüzdeki 200 yılda da bu işin bu yöne gitmeyeceği gibi bir durum da yoktur; keza, design/tasarım dediğin şeyden çok da uzak değildir bu...
ESKİ HAYAT TARZI BUGÜN YOK DENSE DE... -
Yani bir parantez açarsak, birtakım tematik, yalın tasarım objelerinin bugün kentlerde revaçta olmasını da bu yönde bir 'objedeki maneviyat' arayışına mı bağlamalıyız?
- Ona maneviyat demezsin, başka bir şey (örneğin bir soyutlama arayışı) dersin ama, sonuçta böyle bir şey, var. Meseleyi bugüne yönlendirmenize gelecek olursak, bugün İslam dünyasının başının her yerde dertte olduğunu görüyoruz. Örneğin
Türkiye'de, bir nevi travmatik Batılılaşma deneyimi söz konusu. Bunun getirdiği hem bir gelenek kaybı var; hem de öfke ve tepki, politizasyon var. Öfke, politika vb. çok ağır basıyorsa, bu bilinçliliğin estetikle anlamlı bağlantılar kurması güçleşir. İdeoloji, ha bire araya girer ve bir şeyleri dikte eder. Örneğin ben Konya'da birtakım adamlarla camii mimarisinin ne kadar çirkin örneklerle dolu olduğunu konuşurken, şunu söyledim: Kubbe, bir teknolojik imkanlar manzumesinde, bir binanın üstünü kapatmanın söz konusu olduğu, içinde birtakım zorlukları olan ama sonuçta da en sağlam çözümdür. Ama bugün bu camiileri betonarme yapıyorsun ve üstünü de, benzeteyim diye cetvelle filan çiziyorsun... Eğer sen beton kullanmaya başladıysan, o zaman kubbeyi o şekilde düşünmek zorunda değilsin. Bu, bir bakıma Walter Benjamin'in, mekanik röprodüksiyon tezine karşılık gelir. İşte Konya'daki adam bunu kabul etmiyor ve 'Biz kubbeyi öyle de, böyle de, betonla da yaparız,' diyor. Mesela Osmanlı musikisini ele alalım; bence son derece ince, kendi içinde birtakım mükemmellik anlarına (perfeksiyona) ulaşan bir müzik bu. Bu, bir hayat tarzının müziği. Ama bugün o hayat tarzı da yok. O hayat tarzı kalmayınca, bu musikinin kökleri de kurumaya başlıyor demektir. Peki bu, o müziği dinlemeyeceğiz anlamına gelir? Hayır, elbette dinleyeceğiz tabii, ama ille de müzede eser seyreder gibi de dinlemeyelim... Örneğin bir klasik parçayı, belki Nevzad Atlığ kendi klasik anlayışı içinde, 'papyon kravatlı' bir icrayla çalar; ama öte yandan Ruhi Ayangil, mesela hiç böyle yapmıyor. Bunlar mümkün yani; müzelik olmaktan çıkarmak mümkün... Öte yandan bir Bela Bartok'un ayağını kaydırıp, bir Paul Hindemith'i getirmeselerdi ve Hindemith de, Bach, Beethoven, Brahms öğreterek hayatını geçirmeseydi ve Bartok gibi, ulusal tınılara inmenin yöntemini bilseydi ve onunla dolaşmış olsaydı... Bugün o geleneği Avni Anıl ile sürdüremezsin.
- Söz ettiğiniz bu kopuş, her disiplin için geçerli mi?
- Bunları bugünkü Müslümanların
Türkiye veya başka yerlerde yapması zor. Belki, edebiyatta İsmet Özel, Sezai Karakoç gibileri de burada anmak mümkün olabilir. Ama bugün,
Türkiye'de devam eden bir şiir geleneği de var. Orada ayağın boşluğa basmadan devam edebiliyorsun; yani sonuç olarak, diyeceğim, estetikten bir kopuşun olduğudur. Bunun kaçınılmaz tarafları da vardır. Örneğin ben Anadolu'da gezdiğim sırada gördüm, Ramazan sırasında bir köykasabadaki camii, neonlarla "Allah" yazmış. Değişik renkler ve ampuller kullanmışlar. Ama o tarz bir şey, ancak striptiz kulübünde bilmem ne olur.... Marks'ın bir lafı vardır: "Sen bir taşa tapınıyorsun; eğer o senin manevi ihtiyaçlarını doyuruyorsa, sen o taşı öyle seversin." Yoksa heykel, meykel filan istemezsin. Bu anlamda dini ideoloji ile estetik arasında bir tür 'kakışım' vardır. Ama genel olarak, dünyanın entelektüel gelişimi öyle bir noktaya varmış ki, iman da, daha karmaşık bir formu gerektirebiliyor.