Bir gazetenin mutfağında, yani yazı işlerinde çalışıyorsanız her gün, her hafta elinizden yüzlerce haber geçer. Komik, sıkıcı, aptalca, trajik... Bazıları önemsiz gelir. Önem verdiğiniz bazılarına ise bir ölü yıkayıcı gibi davranırsınız. Profesyonel bir ruhsuzlukla temizleyip, mabadına pamuğu tıkadıktan sonra yerine bırakırsınız. Kimi haberler ise mesleki deformasyona rağmen derin izler bırakır. Yüreğinize dokunmaya çalışır. Kot taşlama işinde silikozis hastalığına yakalanan Abdülhalim Demir'in mektubu gibi. Kısalttığım bu mektubu isterseniz bir haber, isterseniz bir çığlık olarak okuyun:
"Leylekler yuvada besleyebileceğinden çok yavrusu olunca, yetiştirebileceği kadar yavruyu yuvada bırakıp, fazla olanları yuvadan atar. Bizler Bingöl'ün Karlıova ilçesi Taşlıçay köyünde doğduk. 1990'lara kadar hayvancılıkla olan geçimimiz iyi safhadaydı. Hayatımız güllük gülistanlık iken köyümüze koruculuk getirildi. 2 bin 100 nüfuslu bir köyde 86 kişi korucu seçildi. Bu kişilerin ailelerini de 10 kişiden sayarsak, yalnızca 860 kişinin istihdamı sağlandı. Yaylaya çıkılamadığı için hayvanlar satıldı. Geri kalanların göç etmekten başka çareleri kalmadı. Gurbete gelenlerden biri de bendim... İstanbul'da kot kumlama atölyelerinde çalışmaya başladım. Diğer işyerlerinde çalışan kişilerle maaşlarımız aynıydı. Bize cazip gelişi sadece yatacak yer verdiklerindendi. Karanlık bir odada deniz kumuyla kot beyazlatılıyordu...1999 yılında rodeo (kumlama) çok aşırı parladı. Herkes eşine dostuna bu işi tavsiye etti... Sigorta nedir duymuştuk ama ne için gerekli olduğunu anlatmamışlardı. Bizim gözümüzde sigorta 20 yıl aynı işyerinde çalışanı emekli etmekti. Oysa sigorta hayatı garanti etmekmiş. Hadi bizler bilmiyorduk, peki devlet neredeydi? Çalışan işyerleri vergiye tabiydi. Peki merak etmiyorlar mıydı, bu işyerinde ne üretiliyor, kimler çalışıyor diye. Ve şu an hepimiz hastayız, hem de tedavisi olmayan bir hastalık. Sadece köyümüzde hasta sayısı 187. Doktora gitmeyenlerle beraber 300 kişi hasta ve çaresiz ölümü bekliyoruz... Şimdi merak ediyorum yazımı okuyup bize sahip çıkacaklar mı? Yoksa leylek hikâyesine inanacağım... Acaba atılmış yavrular biz miyiz?"
RODEO KAPİTALİZMİ!
Üç sözcüğe dikkat edin! "Koruculuk", "Devlet neredeydi?", "Yatacak yer verdikleri için çalıştık." Bu üç sözcük, çözülemeyen Kürt sorununun diğer yüzü gibi. Her sözcük, daha koyu karanlığa inen merdiven basamakları. Koruculuk sistemi ile vatandaşının önüne dağa çıkmakla, şehre göç etmek dışında bir seçenek koyamayan devlet; onu şehirde de sigortasızlığa, karın tokluğuna çalışmaya mahkûm ediyor. Yani her koşulda yuvanın dışına düşeceksiniz.
Ne ağır bir ironidir ki kot taşlama işine 'rodeo' diyorlar. Biliyorsunuz, rodeo bir binicinin yabani at veya öküz üzerinde durabilmesine dayanan Amerikan oyunudur. Vahşi hayvanın üstünde duranlar kazanır. Duramayan, hatta onun üstüne bile çıkamayanlar vardır. Onlar vahşi hayvanın ayakları dibinde yok olup gider. Aynen vahşi kapitalizm gibi. Sistem zayıf olanı, kaybedeni sevmez. Üstünde duramayanları hemen atar. Ve yıllardır aynı rodeo kapitalizmi. Değişen pek bir şey yok. Abdülhalim'in 2008'de yazdığı mektup, 1950'li yıllarda köyden kente göç eden insanların sefaletini anlatan Orhan Kemal romanları gibi.
Hakikat olduğu yerde duruyor. Orhan Kemal'in 1954'te yazdığı
Bereketli Topraklar Üstünde romanında çırçır fabrikasının sulu koza bölümünde soğukta çalıştırıldığı için hastalanıp, fışkılar üstünde yapayalnız ölen 'Köse Hasan'lar yerine bugün Abdülhalim'ler var. Tuzla'da kum torbası muamelesi çekilip, ölüme gönderilen işçiler var. Hep yuvanın dışında tutulan, devlet nezdinde 'makbul' olmayan, 'öteki' olanlar var: Kürtler, Aleviler, Ermeniler, yoksullar, komünistler, eşcinseller, İslamcılar.
YA YUVANIN İÇİNDEKİLER?
Yuvanın dışındakiler bu kadar fazla olunca, insanın aklına "Ya yuvanın içindekiler?" sorusu geliyor. Kendinizi hiç yuvadan atılmış hissettiniz mi? Sizin önünüze dağa çıkmakla gurbete yani sefalete göçmekten başka seçenek koymasalar ne yapardınız? 'Öteki' olmak, ruhunuzda Abdülhalim'inki gibi bir kırılma yaratır mıydı? Kötülük sandığımız kadar bizden uzakta değil. Tanık olduğumuz bir yığın olay yaşanıyor. Bazılarını görmüyoruz. Bazılarını görmemek işimize geliyor. 'Öteki'nin feryadına sağır kalıyoruz. Güçsüzü, yoksulu sevmiyoruz. Hayatlarımız önyargılarla damgalanıyor. Birbirini denetlemeye ve sömürmeye ayarlanıyor. Tüm bunları bize öğretiyorlar. Farkına bile varmıyoruz. Gittikçe körleşiyoruz. Yuvadaki leylek olmak yetiyor. Vicdanımız teferruat haline geliyor. Bu hafta dikkatimi çeken bir haber daha vardı. İsrail'de felçlilerin yürümesini sağlayan cihazı deneyen belden aşağısı tutmayan askerin ayağa kalktığında ilk sözü, "
20 yıl sonra ilk kez insanlarla göz göze geldim," olmuş. Aslında biz de birbirimizin gözünün içine bakamadığımız bir hayatı yaşıyoruz. Karşılaşamadan, felçli bir hayatı sürdürüyoruz. Galiba, önemli olan henüz 'ayaktayken', 'öteki'nin sesini duyabilecek, yüz yüze gelebilecek cesareti gösterebilmek.
Yayın tarihi: 31 Ağustos 2008, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/08/31/pz/sever.html
Tüm hakları saklıdır.