Önceki gün İstanbul
2010 Avrupa Kültür Başkenti Danışma Kurulu'nun toplantısı vardı. Ben de o kurulun bir üyesi olduğum için katıldım.
Nuri Çolakoğlu'nun ve
Hüsamettin Kavi'nin önderliğinde son derece güçlü bir danışma kurulu oluşturulduğundan ve üyelerin her birisi kendi ilgi alanına giren konularda bir İstanbul uzmanı olduğundan konuşmalar sadece uzadıkça uzamakla kalmıyor aynı zamanda insana ufuklar da açıyor. Bir konuşmanın yararı onun tahrik edici olmasında ve insana yeni şeyler düşündürtmesindedir. Bizim kuruldaki konuşmaların tamamı böyle.
İstanbul deyince... Şunu itiraf edelim ki, bugün
Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun yaşadığı (1980'lere kadar devam etmiş) hülyalar dolu çağda değiliz ve İstanbul deyince aklımıza, onun '
İstanbul deyince aklıma ...' diye başlayan
İstanbul Destanı isimli şiirinde söyledikleri gelmiyor. İstanbul bugün korkunç bir sorunlar yumağı. Çapı neredeyse 60 kilometreyi bulmuş bir dev kent. Nerede bitip nerede başladığı meçhul. Kültürel açıdan bakıldığındaysa İstanbul, bütün bir
Türkiye. Bugün sadece İstanbul'daki Kürt nüfusu G.D. Anadolu'daki Kürt nüfusundan fazla olmakla kalmıyor. İstanbul'daki Karadenizli nüfusu da Karadeniz bölgesindekinden daha fazla. Böyle bir kenti nasıl idare edeceksiniz?
Bu sorunun yanıtını da
Attila İlhan'ın bir şiirinin adıyla yanıtlayayım: '
bence malumdur'. Senede yaklaşık 400-500 bin kişinin göç ettiği bir kenti sadece belediyenin topladığı vergilerle idare etmek olanaksız.
İstanbul'un ayrı bir yönetim planı içine alınması gerekir. Yoksa ne su, ne elektrik, ne trafik, ne de en genel anlamda altyapı sorunu çözülebilir. Gene de İstanbul'un yaşanılan bir kent olmasını ben bu şartlarda bir mucize olarak görüyorum.
Kaybolan İstanbul efsanesi Öte yandan ortada kültürel geçmiş bakımından korkunç derecede tahrip olmuş bir İstanbul var. Danışma Kurulu'ndaki yetkililer içleri yanarak anlatıyor İstanbul'un kayıp geçmişini ve kimliğini. Bunları biliyoruz.
Sadece Osmanlı ve öncesi kimlik değil İstanbul'da yitip giden. Cumhuriyet döneminde yapılanları da evvel Allah İstanbul hak ile yeksan etmiştir. Bugünse sadece şikayet edilen, kahredilen, yok sayılan ama gene de yaşayan ve yaşatan bir İstanbul var.
Bu İstanbul'dan, bugünkü İstanbul'dan yakınmak gerekir mi? Emin değilim. Elbette insanın canını çok yakan yanları var. Ama
Falih Rıfkı Atay'ın 20. yüzyıl başındaki İstanbul'u anlatmak için yazdığı kitabın adı da şaşırtıcı bir şekilde
Büyük Köy'dü. Anlaşılıyor ki, yerleşik, belki sadece hayali bir İstanbul var, biz sürekli bir biçimde gerçekte var olup olmadığını bilmediğimiz o İstanbul'un kaybolmasından şikayet ediyoruz. Elbette her şey bu kadar basit değil ama bu da galiba yadsınamaz bir gerçek.
Yoksa Oryantalizm mi?.. Ben sorunu tam da bu noktada görüyorum. Çünkü, o '
kaybolan' İstanbul düşüncesi bizi, yani okur yazar, seçkin, kent kökenli ve kent soylu, ne dersek diyelim kesimi var olan, yaşayan ve yaşanan İstanbul gerçeğine yabancılaştırıyor. Onların kendilerini bir konuma yerleştirip geride kalan her şeyi dışlamasına yol açıyor. Bu belki bir tür
Oryantalizm. Oysa öte yanda bir İstanbul var, etiyle kemiğiyle ve daima var olacak.
İşte o İstanbul'a bakınca ben bugün 'İstanbul sorunu' dediğimiz şeyin çözümünü bu karışımın, bu gerçeğin kabulünden doğacağını varsayıyorum. Yani, bugünkü İstanbul'u kazıyarak, ortadan kaldırıp hayallerdeki İstanbul'u yerine dikerek bir yere varılamaz. Yarının İstanbul'u bugünün İstanbul'undan doğacak. 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti'nin de öncelikle bu sade gerçeği algılayarak işe başlaması gerekiyor. Bu İstanbul kendisine göre sentezlerini yapmış, barışını ve dengesini sağlamış bir İstanbul.
Hem bunun düşününce İstanbul'da yaşamak daha tahammül edilebilir hale geliyor. Ama gene de söylenecek birçok şey kalıyor geriye...
Yayın tarihi: 20 Ağustos 2008, Çarşamba
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/08/20//kahraman.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.