Seven Years in Tibet'te Brad Pitt, Çinlilerin Budistlere yaptıklarını keşfedince şaşkına dönüyordu.
Hollywood'un Çin ilgisi ne kadar samimi?
Cuma günü başlayan Olimpiyat Oyunları'yla gündeme oturan Çin, bugüne dek hep Hollywood'un ilgi odağı oldu. Kimileri Dalay Lama'yı, kimileri ise Çin'deki insan hakkı ihlallerini filmlerine konu yaptı, ama bu yaklaşımlarda cehalet ve ırkçılığın yeri büyük..
Pek samimi lakin bir o kadar da karmaşık ABD-Çin münasebetleri konusunda Hollywood'un kafa karışıklığı ortada. Ne de olsa bir yanda ağız sulandıracak dev bir pazar diğer yanda 'kötü adam' rekabetini köpürtecek bir idealizm var. Malum, Hollywood son dönem dev bütçeli maceralarına kallavi bir 'düşman' bulmakta zorlanıyor. Bu esasen değişen dünya haritası ve güç dengelerine ayak uydurma mecburiyetinden kaynaklanıyor, ama neticede anlaşılıyor ki kimsenin 'siyaseten doğruculuk' rehavetine kapılma lüksü yok. Yıllardır tipik sömürgeciliğe denk düşen bir anlayışla hangi milletten oldukları bile anlaşılamayan 'çekik gözlü' insanlar güruhu olarak sunulan Asyalıları ancak figüran düşman kontenjanından kullanmaya gönül indiren eğlencelik yapımlar, binlerce yıllık uygarlıklardan cımbızladığı birkaç egzantrik numarayla Batılı cehaletini besliyor. Lakin Tibet aydını Richard Gere'in 1997 tarihli Red Corner'da yeni kötü adamın Çin olduğunu ilan etmesinden bu yana bu ülkenin kaderi değişti. Bruce Lee sevgisi çoktan geride kaldı; Tarantino'nun karate sevdası, Jackie Chan'in şaklabanlıkları bile yetmiyor. Sovyetler bloğunun yıkılmasıyla 'kızıl tehdit' yerini 'sarı tehlike'ye bırakmış, düşman ise mafya formunda tekrar diriliyor. Gerçi Indiana Jones daha 1984 yılında Çinli gansterlere hadlerini bildirmişti. Artık Hong Hong gökdelenlerinden balıklama atlarken bir yandan da Çin mafyasına kurşun yağdırmalar veya Çinli kötü adamdan kadim Terracotta Ordusu'nun toprak heykellerine basarak kaçmalardan (Lara Croft: The Cradle of Life), Çinli kadın ajanların saçından çekerek yumruklayanlardan (Die Hard 4.0) geçilmiyor. Piyasada esamemiz okunmadığından olsa gerek herkes bizim gibi bu paranoyadaki ironi malzemesini görmüş değil. Zeki Ökten mesela, esasen memlekette değişen ahlakı sorgulamak üzere bahane ederek filmine Çinliler Geliyor demiş. Ne de olsa 1990'larda büyük bir ekonomik patlama yaşayan ülke, mevcut süper güç ABD'ye karşı ciddi bir tehdit oluşturuyor. Ama yeni bin arifesinde Hollywood'dan aldığı darbeler rastlantı değil. Bir vakit Çin hapishanelerinde telef olan ama sonra Tibet yaylalarında selamet arayan Yarasa Adam veya Çin'in muhteşem gizeminde kötücül güçler bulan son Mumya macerası gibi filmler de tesadüf değil. Cuma günü başlayan Olimpiyat Oyunları ise meselenin muhatabını, yani Çin'i iyice karıştırmış durumda.
TİBET MERAKLISI GERE
Çin, insan hakkı ihlalleri, antidemokratik uygulamalar, sınır ötesi operasyonlar gibi açmazları konusunda 'tencere dibin kara' diyerek Batılı güç odaklarına hesap vermeme hakkını kullanıyor, ama Olimpiyat bahanesiyle itinayla parlattığı imajını takdir etmeleri için dünya alemi buyur ederek onay da istiyor. Dolayısıyla gelen de konuşuyor, gelmeyen de. Bu durumda Çin'in uluslararası arenada münasip bir itibar edinme çabalarının önündeki esas engel Dalay Lama'dan ziyade ona hararetle sahip çıkan Amerikalı ünlüler gibi görünüyor. Tabii ki bu işin esasen 'müsebbibi' Buda öğretisine yıllar öncesinden erken uyanan Richard Gere'den başkası değil. Çin istilasındaki Tibet'in mağduriyetini omuzlayan ünlü aktör, bu haklı davayı Hollywood usulü tantanalı bir tanıtım olayına dönüştürdüğünde trendi de başlatmış oldu. Yani şu fani şan şöhret aleminde varoluşlarını insani bir davayla manalandırmak isteyen meslektaşlarına ruhani bir meşgale kazandırmış oldu. Amerikalı 'ermiş' starlara bakarsanız Tibet'in özgürlüğü iade edilmez ise ortada ne spor olur ne de centilmenlik. Protestosunu Çin-Sudan ilişkileri üzerinden yürüten Steven Spielberg'ün, organizasyonun sanat danışmanlığı görevinden bu yılın başında istifa etmesiyle hararetlenen tartışmaların sonu hala gelmiyor. Yine Darfur meselesini çözmeye soyunan George Clooney'nin reklamını üstlendiği Omega'nın Olimpiyat sponsorluğundan çekilmesi için baskı yapması, Mia Farrow'un 'soykırım Olimpiyatları' nitelemesi gibi muhtelif çıkışlara rağmen Brokeback Mountain'la Oscar kazanan Tayvanlı yönetmen Ang Lee danışmanlık desteğini sürdürüyor. Lee'nin tavrı, Asya kıtasında yükselen milliyetçilikten ziyade dolaşımı küreselleşmeyle daha bir kolaylaşan kapitalin sınır ve ilke tanımazlığını iyi biliyor oluşundan kaynaklanıyor. Kendisi ABD sermayesiyle çektiği ilk filmi Ice Storm ile liberal orta sınıf Amerikalı imajının yaldızını kazırken, aynı yıl Martin Scosese'nin Kundun vesilesiyle Tibet civarında aydınlanmaya çalıştığını duyunca onunla tanışmak için pek heveslenmiş, ama olmamış. 1997'de ABD vizyonuna giren bu iki filmin yanı sıra boy gösteren Red Corner ve Seven Years in Tibet ile bu yeniden 'uyanan devin' ayak seslerine karşı uyarı yapılıyor. Zannedersiniz ki Tibet 50 yıl önce değil de dün işgal edilmiş. Bizim Midnight Express'e denk düşecek denli fantastik bir kabusta geçen politik gerilim ve aksiyon filmi Red Corner'ın Amerikalı avukatı Richard Gere sefil Çin hapishanelerinde ve adliye koridorlarında telef oluyor. Gere'in yeni yeni dış sermayaye açılan ama hala 'komünist' olan Çin'e gidiş nedeni Amerikan ortaklı bir yatırım anlaşması olunca, filmin mesajı da 'bu alçaklarla henüz iş filan yapılmaz' kıvamına dönüşüyor.
SCORSESE'NİN BORCU
Çinli yetkilileri epey kızdırması ve memlekete girişinin ebedi olarak yasaklanması ise bilakis ünlü aktörün ekmeğine/propogandasına yağ sürmüştür. Oysa aynı yıl ajanımız Bond vaziyete ayılmış, Tomorrow Never Dies ile İngiltere'nin bakir Çin pazarından sebeplenmesi bakımından iki ülke arasındaki olası gerginliğin nedeni olarak çılgın bir medya imparatorunu göstermişti. Sorunu casusluk faaliyetlerine uygun bir zemin olarak değerlendirmekten kaçınan üstad Scorsese'nin tantanalı Katolik bakışını töprüleme uğraşına girerek sevgi ve merhamete giden öğretiyi doğrudan Dalay Lama üzerinden anlatmaya çabaladığı Kundun ise Tibet işgaliyle başlıyor. Lakin çok iyi bildiği karanlık arka sokaklardan ve materyalist dünyadan ruhani aleme geçince Scorsese'nin sendelediği açık. Mao'yu sadece siyah rugan ayakkabılı bir diktatör olarak sunan yavanlığı hala aklımızda. Aynı Scorsese yıllar sonra yani 2006'da kendisine nihayet bir Oscar kazandıran The Departed filmindeki başarısını bir yanıyla Çinlilere borçlu olacağını tahmin etmezdi herhalde. İşe bakınız ki nankörlük diz boyu. Çinlilerin imzasını taşıyan Infernal Affairs adlı orijinalinden uyarladığı filmin acımasız 'baba'sı Jack Nicholson'ın ilk fırsatta hadlerini bildirdiği adamlar Çin mafyası! Dolayısıyla Seven Years in Tibet'te, Tibet işgaline denk geldiğinden aydınlanmasını tamamlayamayan Batılı gezgin Brad Pitt'in macerası şimdilerde pek naif kalıyor.
Yayın tarihi: 10 Ağustos 2008, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/08/10/pz/haber,DEECBB2DFCA84773A6D02618F189933D.html
Tüm hakları saklıdır.