kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 30 Nisan 2008, Çarşamba
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
MEHMET BARLAS
BAŞYAZI

Sıkıştırılmış bir tarihin kısır döngüsü içindeyiz

Fellini yaşlanmayı şöyle anlatır:
- Sofraya oturdum, masadaki en genç insan bendim. Aynı sofraya yine oturdum. Masadaki en yaşlı insan bendim.
Cumhuriyet'te dış politika yazmaya başladığımda 22 yaşındaydım. Gazetenin 3'üncü sayfasındaki köşe komşum Burhan Felek de 75 yaşındaydı.
Akşamüstleri oturup sohbet eder ve genellikle Burhan Felek'in anlattıklarını dinlerdik.
Mesela 1912 yılının 23 Ocak günü Hukuk Fakültesi öğrencisiyken, "Bab-ı Ali Baskını" na nasıl tanık olduğunu anlatırdı.
Bugünkü İstanbul Vilayet binası olan o zamanki Bab-ı Ali'nin karşısında, Balkan Savaşı yenilgisini öğrenci arkadaşları ile protesto ediyorlarmış. Burhan Felek de bir taşın üzerine çıkmış, ateşli bir konuşma yapıyormuş.
O sırada beyaz bir ata binmiş Enver Paşa, arkasında İttihat Terakki'nin taraftarları ile gelmiş. Bakanlar Kurulu'nun toplantı halinde bulunduğu binaya girmişler. Bir tetikçi Harbiye Nazırı Nazım Paşa'yı vurmuş. Sadrazam Kamil Paşa'yı da istifaya zorlamışlar.

Sıkıştırılmış tarih
Burhan Felek bir öğrenci olarak yaşadığı sürecin nerelere dayandığını anlatırdı. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e, "Tek Parti"den çok partili demokrasiye, seçimlere, darbelere uzanan ve sıkıştırılarak yaşanmış bir tarihin öyküsüydü bu.
Şimdi düşünüyorum.
Burhan Felek'in yaşadıklarını ben de yaşadım.
Sıkıştırılmış tarihi ben de yaşarken, "gelişmemişlik" adı verilen kısır döngüye sıkıştırıldığımı hissederek geçirdim yıllarımı.
Felek öğrenci kimliğinde tanık olduğu Bab-ı Ali baskınını 1964'te anlatırken, 50 yıl öncesinin bir anısını bize aktarıyordu. Bu bir Osmanlı tarzı darbeydi.
Ben de bundan 48 yıl önceki Nisan'da aynı yerde, yani Vilayet binasının karşısında, Hukuk Fakültesi'ndeki arkadaşlarımla "Menderes istifa " diye bağırıyor ve Cumhuriyet tarzı ilk darbe olan 27 Mayıs'ın fitilini ateşliyordum.
Burhan Felek'ten bana ve benden sonra da daha genç kuşaklara aktarılacak bu birbirinin tekrarı olan yorucu ve bıktırıcı serüvenler, "Buddenbrooks" benzeri bir romanın bölümlerini oluştursalar, bir Hanseatik ailenin çöküşü diye okur geçersiniz.

Senaryoyu yazanlar
Ama sonuçta bu bizim hayatımız.
Şimdi 22 yaşında olan genç gazeteciler, acaba 50 yıl sonra bugünü nasıl anlatacaklar genç meslektaşlarına?
23 Ocak 1912'de "İttihatçılar" vardı. 27 Mayıs 1960'ta "Genç Subaylar" vardı.
2008'de yeniden içine düşürüldüğümüz istikrarsızlık ortamının senaristleri ve aktörleri kimler?
Bugünün gençleri de acaba 50 yıl sonra "Ergenekon" cuları veya "Türk Gladiosu" nun devlet ve siyaset içindeki uzantılarını mı anlatacaklar yeni kuşak meslektaşlarına?
Acaba bu döneme özgü darbe tarzları anlatılırken, "post-modern", "de jure", "medyatik", "para-psikolojik" benzeri tanımlamalar mı yapılacak?
Böyle cevabını tam bilemediğiniz sorular karşınıza çıkınca, en kolay yol şiirlere sığınmaktır.
Örneğin Cahit Sıtkı Tarancı'ya sığınırsınız. Derdiniz "Neden yaşlanıyorum" ise, "35 Yaş"tan dizeleri tekrarlarsınız kendi kendinize:

Şiirler
"Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç fark ettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış."
Eğer cevabını aradığınız soru "Neden kendi kaderimizi kendimiz çizemiyoruz" ise, yine Cahit Sıtkı'ya sarılır ve tekrarlarsınız:
"Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur;
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.
Ve gönül Tanrısına der ki:
Pervam yok verdiğin elemden
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!"