kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 19 Nisan 2008, Cumartesi
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

İtalya'da zaman

Aklım başıma gelip de dünyayı yavaş yavaş tanımaya başladığım 1980'lerde bugün, İtalomania diye adlandırdığım, 'İtalya deliliği' yoktu. İnsanlar turizm bilmez, İtalya'ya da gitmez değildi ama o güzeller güzeli ülkeyi ziyaretin amacı daha ziyade tarih, kültür ve sanattı. Nitekim, bendeniz fakir de, ilk kez o toprakları, o dönemde öğrencisi olduğu sanat tarihi derslerinin ışığında gezmişti. Kaldı ki, Rönesans sanatı dediğimiz şey de başından bugüne kadar aynı 'etki' ve 'şiddete' sahip bir şey değildir.
Rönesans çok uzun bir unutuluş ve uyku döneminden sonra ilkin 1900'lerde yeniden canlandı. O sıralarda Avrupa'da antik Helen ve Roma sevgisi de yeni bir uyanış dönemi yaşıyordu.
O kadar ki, bütün bir YahudiHıristiyan dünyasının kültürel psikanalizini de yapan Freud yıllar yılı Roma'ya gitmek hayalini içinde yaşatmış ama sürekli olarak (sonradan açıklayacağı çok özel bazı nedenlerle) sürekli ertelemişti. Aynı duyguyu, tıpkı büyük mimar Le Corbusier gibi, Atina'daki Parthenon için de yaşamıştı.

* Evet: Roma'da olmak, antik bir dünyanın içinde, Tanrıların, tiranların, imparatorların arasında olmak demektir. Bir anlamda insanın geçmişini ve tarihsel kökenlerini yaşamak demektir ve öyle kolay başa çıkılacak bir duygu değildir.
Bu duyguyu Rönesans sanatını ilk kez ortaya çıkaranlardan birisi olan Amerikalı sanat tarihçisi Bernard Berenson da herhalde yaşıyordu ama Roma'da değil. At arabalarının, saman yığınlarının, katırların üstünde Arezzo'lara, Piza'lara, Macerata'lara oralarda unutulmuş, içlerinde hayvan yerleştirilen ama duvarlarında şimdi en büyük ustalar kabul edilen sanatçıların freskolarının bulunduğu kiliselere giderken...
Evet, İtalya'da olmak, insanın yazgısını nasıl kurguladığını adım adım izlemesi anlamına geliyor.

* Bugünün insanı ne Berenson ne de Freud. Her şeyi önünde hazır buluyor. O nedenle de ne o Rönesans heyecanını duyuyor ne de zamanın boz renkli taş yapılar ve sokaklar şeklinde donup kaldığı, tepelere kurulmuş kasabalarda Ortaçağ duyarlılığını yaşıyor. Tamamıyla yadsımıyor, elbette oralarda gezip tozarken bir haz da duyuyor. Montalcino'da veya Chiuso'da veya San Quirico D'Orcia'da o da yeni bir ufkun önünde açıldığını izliyor. Gene de bugün İtalya'yı dolduran milyonlarca turistin büyük bölümü işte yukarıda İtalomania dediğim cezbenin içinde yaşıyor.
İtalomania, İtalyan mutfak ve şarabının yeniden keşfi demek en basitinden. Bugün La Cucina İtaliana' dan başlayarak bu konuda sayısız dergi yayımlanıyor. 1990'lardan sonra insanlar iyi yaşamayı öğrendi. Herkes oturduğunda birbirine yediğini, içtiğini, kaldığı oteli anlatıyor. Bu işin merkezi de İtalya, hatta Toskana. Toskana kasabalarının meydanlarındaki küçük kafeler artık insan almıyor. Yemek, şarap içmek (pardon, tatmak), bugünkü insanın İtalya'da bulunmasının 'asli' sebebi. Geriye zaman kalırsa sanata da bakıyor.

* Ama bu Toskana macerasının bir ötesi de var.
Dünyada kendisine aşık bir toprak var mıdır diye sorulsa herhalde Toskana'nın servi ağaçları, kırmızı kiremitten evleriyle parçalanmış, üzüm, zeytin ve buğdayla yüklü toprağını göstermek gerekir. Bu toprak o kadar bereketli ki, buradan dünyanın en görkemli mutfaklarından birisi doğdu ve İtalyanlar bu mutfağı, diğerleri bir yana, Fransızlara öğrettiler. Bu toprak doğurganlığın simgesi oldu. Sanat, bilim ve kültür yarattı.

* İtalya'da adı bilinmeyen bir kasabada kalmak!
Işıklar kararıyor, İsa'nın hiç durmadığı taş sokaklar kendi içlerine çekiliyor, sokak fenerleri teker teker yakılıyor!
Aşağıdaki büyük ovadan insanı yakan bir sessizlik tırmanıyor yukarıya.
Ansızın çanlar patlıyor.
Bir kiliseden akşam ilahileri yükseliyor.
Gök lacivert bir kütle halinde aşağıya çöküyor.
İnsan şaşkınlıkla ve ürpererek susuyor, kendisinden ürküyor ve ansızın anlıyor ki, sadece insanlar zamana değil, zaman da bazen kendisine sürgün olabilir.