Türkiye bazı sorunlarını zaman ne kadar değişirse değişsin yaşamaya devam ediyor. Anayasa bunlardan birisi. Yüzyılı çoktan aşmış modernleşme hamlemizin başlangıç noktasını, kaynağını anayasa tartışmaları meydana getiriyor. Anayasa bugün de bir sorun Türkiye'de.
Şu bizim Osmanlılar Bu, kaçınılmaz bir biçimde böyle. Çünkü, Osmanlı gibi kendisine özgü bir toplumsal ve sınıfsal yapıya sahip devlette, yani devletin her şey olduğu bir siyasal ve toplumsal anlayışta, anayasa bir "sözleşme" olarak ortaya çıkarken tarafların kimler olacağı başlı başına bir sorundu.
Batıda tarihin cevapladığı bu soruyu Osmanlıda aydınlar kendilerine göre yanıtlamaya çalışıyor ve o arada da tartışıyorlardı:
"devlet mi halk içindir yoksa halk mı devlet içindir?" Bu sorunun tartışılmasında bir garabet olmayabilir. Batı da tartıştı onu. Şaşırtıcı olanı, sorunun Batı'dan yüzlerce yıl sonra "ilk kez" ortaya çıkmasıydı. Evet,
Hobbes'un
Leviathan'ı, yani mutlak egemeni tarif ettiği yapıtı
1651, onun tam karşısına koyulabilecek olan
Rousseau'nun
Toplumsal Sözleşme'si
1762' de yayınlanmıştı ve Osmanlılar ne birisini biliyordu ne de ötekini.
Her şey tepeden inince ve "Bir anayasa yapalım" denilip de sorun tarafların kimler olduğuna gelince
Prof. Cemil Oktay'ın
"hum zamirinin serencamı" diye veciz bir biçimde özetlediği bir başka düğüm atılıyordu entelektüel hayatımıza. (Oktay'ın yazısı aynı adlı kitabındadır.)
Nedir bu'hum'? Kuran'da
Alİmran suresinde
"veşavir'hum fi'lamr" denmişti. Yani,
"hüküm oluştururken ve bir şey yaparken onlara danışınız!" Evet, "onlara" danışılacaktı ama
"onlar" (hum) kimdi? İşte Anayasa da Meclis de bu "hum" ve "meşveret" kavramıyla biçimlenecekti. Onlar, yani halk ama o günün koşullarında aydınlar meclise gelecekti yönetim de onlara "danışacak"tı, yani meşveret edecekti.
Ama bir başka gruba göre de "hum"
"fesad erbabıydı." Sonunda fesat erbabı ortadan kaldırıldı. Fesat erbabıyla bütünleşmiş olan anayasa işletilmedi. Türkiye'nin modernleşme tarihi de anayasayı ve onunla tümleşmiş olan parlamentoyu ayakta tutmakla, işletmekle, geliştirmekle özdeşleşti. 1960 da, 1971 de, 1980 de fesat erbabına karşı yapılmış hamlelerdi.
'Hum' demokrasisi ve anayasa Modern siyaset bu tartışmaları yaptı, bitirdi. Bugün yeniden kara canavarı
Leviathan'a dönmek kimsenin aklına gelmiyor. Bugün Rousseau'nun kavramları dahi güçlü ve özgürlükçü bir demokrasi açısından bakınca yetersiz bulunuyor. Demokrasi sürekli olarak ileri giden, sınırları genişleyen bir olgu. Demokrasiyi bugün sadece bir "yöntem" olarak tanımlamak olanaksız.
Yer yer, zaman zaman yetersiz ama bir yöntemin çok ötesine geçen, insanın yaşama biçimini temelden belirleyen bir sistem demokrasi.
Oysa Türkiye'de hala bir demokrasi kurmanın savaşımı veriliyor. Hala demokrasinin en temel kavramlarını, onları ileriye doğru genişletecek, sınırlarını özgürleştirecek bir anlayışla değil, tam tersine ne olduklarını anlamaya, öğrenmeye ve varlıkları üstünde birbirimizi ikna etmeye çalışır bir tutumla ele alıyor ve tartışıyoruz.
Kaçınılmaz olarak böyle bu;
çünkü, bugün dahi özgürlükçü, demokratik bir anayasaya sahip değil Türkiye ve şunu da belirtelim, eğer Türkiye, AB ile bütünleşme işine girişmeseydi, AB hukukunu bir üst hukuk olarak benimsemeseydi, bugün dahi demokrasi açısından alabildiğine geri, karanlık bir ülke konumunda bulunacaktı. Bu kesindir. Bu bakımdan Türkiye'nin vakit yitirmeksizin yeni bir anayasa yapması şarttır. Bu anayasanın sadece şu ya da bu nedene dayalı olarak bölük pörçük yapılması sorunu aşmaya yetmez. O, yöntemsel olarak yeni sorunlar doğurur. Mesele anayasa ve demokrasi denilen olguyu bir bütün olarak ele almak ve onun 2009'daki gereğini yerine getirmektir.
Diyorum; ama bir sözüm daha var!
Yayın tarihi: 7 Nisan 2008, Pazartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/04/07//haber,CE4E8B65886A4522A2CC375FE355F2B3.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.